Islam Davasinin Neferi “Mehmed Akif Ersoy”

NoktA

Sp Kullanıcı
21 Mar 2017
4,419
513
İSLAM DAVASININ NEFERİ “MEHMED AKİF ERSOY” 0






İstiklal Marşı’nı yazan, “Kur’an şairi” ya da “Vatan şairi” olarak anılan Mehmed Akif Ersoy, 27 Aralık 1936’da hakka yürüdü. Cenazesinde ise yalnızca çok sevdiği milleti vardı… Mehmed Akif’in ibretlik hayat hikâyesini sizler için derledik.


Gerek Milli Mücadele döneminde gerekse sonrasında sürekli milletin yanında olan Mehmed Akif, cumhuriyetin kurulmasından sonra yeni rejimi kuranlarla fikir ayrılıklarından dolayı 1925 yılında Mısır’a gitmek zorunda kalmıştı. Mısır’dayken memleketinden ayrı kalmanın hüznüyle hastalanmış, 1936’da Türkiye’ye dönmüştü. Döndükten altı ay sonra, 27 Aralık 1936’da vefat etmişti.


CENAZESİNDE YALNIZCA MİLLET VARDI


Kurtuluş Savaşı sürecinde yazdığı yazılar ve camilerde verdiği hutbeler ile halkın duygularını coşturan Mehmet Akif, Milli Mücadele’ye önemli katkılarda bulunmuş I. Mecliste Milletvekili olarak da görev yapmıştır. Mehmet Akif Ersoy yazdığı İstiklal Marşı ile de milletimizin yazdığı destanı şiirleştirmiş yine onu asıl sahibine yani millete armağan etmiştir.


Kurtuluş Savaşı’nın ardından yeni kurulan rejim ile fikir ayrılıklarından dolayı 1925 yılında Mısır’a giden Mehmet Akif Ersoy, 1936 yılına kadar Mısır’da bulunmuştur. Mısır’da bulunduğu sürede üniversitede edebiyat dersleri de veren Akif, ülkesinden ayrı kalmanın verdiği üzüntünün de etkisiyle hastalanmış ardından 17 Haziran 1936 tarihinde Türkiye’ye dönmüştür. Mehmet Akif Ersoy rahatsızlığı ilerleyince tedavi görmeye başlamıştır. İstanbul’da bulunduğu süre içinde eski dostları, sevenleri tarafından sık sık ziyaret edilen Mehmet Akif, 27 Aralık 1936 tarihinde Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kaldığı dairede hayatını kaybetti. Gazeteler ertesi günü Akif’in vefat haberini verdiler.


Mehmet Akif Ersoy’un vefatı ülkede büyük bir üzüntüye sebep oldu. Beyazıd Camisi’nde yapılan cenaze törenine onu seven binlerce genç ve dostları katıldı. Yapılan cenaze törenine resmi kişilerden ve kuruluşlardan katılan hiç kimse olmadı. Mehmet Akif’in cenaze törenine bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer 5 Ocak 1987 de Tercüman gazetesinde “Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatıyor:


‘…O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı…. Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmını bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. …Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.”


Ülkenin bağımsızlık mücadelesinde sembol isimlerden biri ve yazdığı İstiklal Marşı ile milletin gönlünde önemli bir yer etmiş olan bu saygıdeğer insana yapılan bu haksızlık tek partili rejimin de milletten ne ölçüde uzaklaşmış olduğunu göstermiştir.





MEHMET AKİF ERSOY KİMDİR?


Şair, fikir ve mücadele adamı Mehmed Âkif, Fâtih’te, Sarıgüzel mahallesinde mütevazı bir evde 1873’te doğdu. Fatih Medre*sesi müderrislerinden Mehmed Tahir Efendi’nin oğludur.


Babası, Arnavutluk’ta ipek kasabası Suşisa köyünden İstanbul’a gelip, Yozgatlı Hacı Mehmed Efendiden icazet aldı. Annesi Buharalı bir aileye mensup. Mehmed Âkif, bu anne ve babadan İstanbul’un Fatih semtinde, Sarıgüzel mahalle*sinde doğdu. Ebced hesabıyla doğum yılını veren “Ragif” (H. 1290) kelimesi babası tarafından ad olarak verildi. Bu ad yay*gın ve bilinir olmadığından “Âkif” şeklinde söylendi ve bu isimle tanındı.


Dört yaşındayken Emir Buharı Mahalle Mektebi’ne başla*dı, İptidaî (ilk) öğreniminden sonra Fatih Merkez Rüşdiyesi ve Mekteb-i Mülkiye’nin idadî (lise) kısmını bitirdi. Mülkiye’nin âlî (yüksek) kısmına geçmişken, aynı yıl babası öldü ve Sarıgüzel’deki evleri yandı (1887-88). Bu yüzden yeni açı*lan yatılı Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’ne geçti. Şiirle ilgi*si bu mektepte başladı.


ÂKİF’İN RESMİ HAYATI


Baytar Mektebi’ni birincilikle bitiren (1893) Mehmed Âkif, Umûr-ı Baytarîye ve Islâh-ı Hayvanât Umum Müfettiş Mu*avinliği’ne tayin edildi.


Kendi ifadesine göre, üç-dört yıl Ru*meli, Anadolu ve Arabistan’da bulaşıcı hayvan hastalıkları*nın tedavisi için dolaştı. Edirne’de baytar müfettişi, Ada*na’da vilayet baytarı olarak bulundu.


Bu arada İsmet Hanım’la evlendi (1898). Halkalı Ziraat Mektebi (1906) ve Çiftçilik Makinist Mektebi (1907)’nde hocalık yaptı. Darülfünun Edebiyat-ı Osmaniye Müderrisliği’ne tayin edildi (11 Kasım 1908). Ziraat Nezareti’nde son memurluğu Umûr-ı Baytariye Müdür Muavinliği’dir. Balkan Savaşı’ndan sonra Ziraat Nezareti’ndeki vazifesinden aynı daireden bir kimseye yapılan haksızlığa kızarak istifa etti (11 Mayıs 1913).



1913 yılı sonun*da, İttihatçıların Sebilürreşad’ın yayınlarını tasvip etmemele*ri, bu derginin yöneticisi olan Mehmed Âkif’in üniversitede ders vermesini eleştirmeleri üzerine Dârülfünûn’dan istifa et*ti. Yalnız Halkalı Mektebi’ndeki vazifesi devam etti. Balkan Savaşı’nın sonlarında kurulan Müdafaa-yı Millîye Heyeti Neşriyat Şubesi’ne aza seçildi.


I. Dünya Savaşı’ndan önce Mısır ve Hicaz’a gitti (1914). Savaş sırasında Alman*ya’daki Müslüman esirlerin durumunu görmek için Alman hükümetinin daveti üzerine, Teşkilât-ı Mahsusa (Osmanlı gizli teşkilâtı) aracılığı ile Berlin’e gönderildi (1914). Aynı yıl Darü’l-Hilafeti’l-Aliye Medresesinin orta bölümünde Türkçe-edebiyat dersleri vermeye başladı. Gene Teşkilât-ı Mahsû*sa tarafından Necid Emiri İbnürreşid’e gönderildi. İbnürreşid, İngilizler tarafından Arap Kralı olarak ilân edilen Şerif Hüseyin’in aksine Osmanlı Devleti’ne bağlı idi. Mehmed Âkif 1918 Temmuzunda Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa’nın davetlisi olarak Lübnan’da iken Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye Cemiyeti’nin başkâtipliğine tayin edildi ve gezi dönüşü vazi*feye başladı.


ŞİİR VE MÜCADELESİ


İzmir’in işgalinden (14 Mayıs 1919) sonra, Batı Anado*lu’da yer yer beliren direnmeleri güçlendirmek için Balıke*sir’e gitti. Vaazlarla halkı irşada çalıştı. Balıkesir izlenimleri*ni Sebilürreşad’da yayımladı. İstanbul’un işgalinden sonra Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’ye katılmak üzere hare*kete geçti. Nisan ortalarında İstanbul’dan ayrıldı, muhteme*len 23 veya 24 Nisanda Ankara’ya ulaştı.


Bu faaliyetlerinden ötürü, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’deki görevine son verildi (3 Mayıs 1920). TBMM’ye Burdur Milletvekili olarak katıldı (5 Haziran 1920). Konya isyanının bastırılması için bu vilayete gönderildi. Daha sonra Kastamonu’ya geçti. Burada Nasrullah Camii’nde vaazlar verdi (meşhur hitabe 19 Kasım 1920). Buraya gelmiş bulunan Sebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip’le buluştu. Sebilürreşad’ı bir süre Kastamonu’da yayımladı (1920 Kasım). Tekrar Ankara’ya dönüp Tâceddin Dergâhı’na yerleşti. Bu sırada yazdığı şiir İstiklâl Marşı olarak kabul edil*di (12 Mart 1921). Şer’iyye Vekâleti tarafından kurulan Te’lîfât-ı İslâmiye Heyeti’ne seçildi (1922). Millî Mücadele netice*lendikten sonra İstanbul’a döndü (Mayıs 1923).


HAYAL KIRIKLIĞI VE SONRASI


İslâm dâvasının bir neferi olarak Türkiye’nin kurtuluşu için çalışan Mehmed Âkif, üst kademe yöneticilerin Millî Mücadele’nin başlangıçtaki amaçlarından uzak, tamamen ters yöndeki tavırları ile çelişti.


Bu yüzden 1923 Ekim’inde Abbas Halim Paşa ile Mısır’a gitti. Kışı orada geçirdikten son*ra baharda döndü. Bir kaç yıl kışları Mısır’da, yazları Türki*ye’de geçirdi. Bu yıllarda ilk devrim hareketleri başlatılmış; Cumhuriyet idarecileri ülkenin ve toplumun İslâmiyet’le bağ*larını koparmaya yönelik faaliyetlere girişmişlerdi. Mehmed Âkif 1926 kışından sonra memlekete dönmedi. Kahire civa*rında Hilvan’a yerleşti, Camiatü’l Mısriye Darülfünunu’nda (Mısır Üniversitesi) Edebiyat-ı Türkiye (veya Türk dili) mü*derrisliği yaptı (1929-36). 1935’te karaciğerinden rahatsızlan*dı ve Temmuz ayında hava değiştirmek için Lübnan’a gitti (Âliye yakınında Sûku’1-garb köyü).


Bu sırada daha önce ya*kalandığı sıtma da ortaya çıktı. Bir süre Antakya’ya da uğrayan Mehmed Âkif, sağlık durumu düzelmeden Mısır’a dön*dü. Sıla hasreti iyice ağırlığını hissettiriyordu. Memleketine dönmeden Mısır’da ölmekten korktu. 1936 yaz başlangıcında (17 Haziran) İstanbul’a geldi. Nişantaşı Sağlık Yurdu’na yatırıldı. Mısır’da uzun süre kalanlarda görülen siroz (teşemmu-ı kebed)’un tedavisi bura*dan zamanında uzaklaşamadığı için imkânsız hâle gelmişti. Sağlık yurdundan sonra bir süre Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Bey tarafından Alemdağı’ndaki Baltacı Çiftliğinde mi*safir edilen Mehmed Âkif, Beyoğlundaki Mısır Apartmanın*da vefat etti (14 Şevval 1355-27 Aralık 1936). Edirnekapı Mezarlığı’nda Babanzâde Ahmed Naîm Efendi’nin yanına gö*müldü. Hükümet ve güdümlü basın cenazesine ilgi göster*medi. Yakın günlerde ölen ve edebiyatımızdaki yeri Mehmed Âkif’le kıyaslanamayacak olan Samipaşazâde Sezai’ye göste*rilen ilgi bile Mehmed Âkif’ten esirgendi. Resmî cenaze me*rasimi yapılmadı. Fakat millî şairi, İstiklâl Marşı’nı bir mü*min ve millet mistiği olarak âbideleştiren bu mücahidi, mille*ti ve gençliği büyük bir cemaatle uğurladı.


Kahire’de Mehmed Âkif’in ders verdiği üniversitenin bir amfisine Mehmed Âkif Ersoy ismi verildiği haberi 2005 yılı sonunda gazeteler yansıdı (bk. Yeni Asya, 27.12.2005)


BİR MECBURİ ŞAİR DOĞUYOR


Doğduğu ve yetiştiği İstanbul’un fakir Müslüman muhiti Mehmed Âkif’in sonraki edebî şahsiyetinin şekillenmesinde rol oynayan belli başlı unsurlardandır. Ana tarafı Buharalı bir aileye dayanan Âkif, bu yönüyle Doğu İslâmlığı, Arnavut*luk’tan gelen babası tarafından da Batı İslâmlığı ve doğup büyüdüğü muhitle de Osmanlı merkezî İslâmlığının etkileri*ni taşır. Fatih semti özellikle Mehmed Âkif’in çocukluk ve gençlik yıllarında Müslüman İstanbul’un ilim merkezi duru*mundadır. Cami merkez olmak üzere yüksek seviyede eğitim-öğretim kurumları bu semtin çehresinin oluşmasında et*kili olmuştur. Mehmed Âkif, kendinden çok başkalarını, top*lumu düşünen, iyi ahlâklı, namuslu bir insan, örnek bir Müslüman olarak bu etkileşimlerin çocuğudur.


Ayrıca, resmî ve hususî tahsili onun bir hayat olarak yaşa*nan İslâm’la birlikte Doğu ve Batı kültürleriyle de temasını sağladı. Mehmed Âkif’in özel öğrenimi, babasından aldığı dinî bilgiler, Arapça ve akaitle başlar. Babası için “hem babam hem hocam” der. Fâtih Camii şiirinde babasının küçük yaş*larda elinden tutup Fatih Camii’ne götürdüğünü tasvir eder (Safahat, I).


Sekiz yaşında kadardım, babam “gelin bu gece
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun
Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alır da benimle kardeşimi…


Daha sonra da Fatih Camii Baş imamı Arap Hoca’dan Kur’an’ı hıfza (ezberlemeye) çalıştı. Selânikli Esad Dede’den Farsça, Halis Efendi’den Arapça okudu. Bu doğu dilleri yanın*da Baytar İbrahim Efendi’den Fransızca öğrendi.


Mehmed Âkif’in ilk şiir çalışmaları Baytar Mektebi’nde okuduğu yıllarda başlar. Yayımlanan ilk şiirleri Hazine-i Fünûn dergisindeki iki gazelle (1893-1894); Mektep Mecmuası’ndaki Kur’an’a hitap’tır (C. II, Mart 1311/1895). Meh*med Âkif de şiir duygusunun geliştiği bu yıllarda Edebiyat-ı cedidecilerin edebiyat anlayışı yaygınlaşıyordu. An*cak Âkif’in eğilimi gelenekten yanadır. Bu yüzden ilk yaz*dığı dergilerden biri de gelenekçi ediplerin yer aldığı Resim*li gazete’dir (1896). Gençlik şiirleri arasında bulunan Terci-i bend’de Ziya Paşa’nın tesiri hissedilir. Asıl gelenekçi yönü*nü besleyen Mülkiye’den hocası olan Muallim Naci’dir. Ge*lenekçiliğin o dönemdeki en önemli isimlerinden olan Mu*allim Naci, Batı tarzı yenilikçilerle gelenekçiler tartışmasında gelenekçilerin sözcüsü durumunda görünmüştür. Meh*med Âkif gelenekçi eğilimlerine rağmen, sonradan ilk gençliğinde yazdığı gazelleri “nafile” olarak nitelemiş ve gelenekçiliği, konu ve tarz olarak yenilikçi olmasını engel*lememiştir. Bu çerçevede üzerinde tesiri olanlardan biri de Abdülhak Hâmid (Tarhan)’dir. Bu tesir 1908’den sonraki şi*irlerinde hissedilmez. Gerçekte Mehmed Âkif, genç yaşta başladığı edebî faaliyetleri bırakıp on yıl süren bir bekleme devresine girer (1898-1908). Bu dönem, onun hayatın gerçeklerinden edindiği tecrübelerle hazırlandığı bir devre olarak değerlendirilmelidir.



Mehmed Âkif’in şiir anlayışını etkileyen isimler arasında İranlı (Şirazlı) Hafız ve Sadi de vardır. 1898’den itibaren Servet-i Fünûn’da yayımladığı tercümeler arasında Hafız’in şiir*leri de bulunur. Sadi ise, hikmetli hikâyeleri nazmetmesi ile Mehmed Âkif’i etkiler.
1898’de Resimli gazete’de yayımlanan şiirlerinden biri ‘Sa*di’dir. Bu Acem şairinden de tercümeleri vardır. Ayrıca bazı şiirlerinde Sadi’den iktibaslara rastlanır. Servet-i Fünûn’da ya*yımlanan bir ankete verdiği cevapta en çok tesirinde kaldığı edibin Sadi olduğunu belirtmiştir (1919). Batı’dan tesirini ifa*de ettikleri ise Lamartine ve Alexandre Dumas Fils’dir.


Mehmed Âkif’in edebî ve fikrî hayatında dönüm noktası 1908 yılıdır. Bu yıl içinde Darülfünun Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin olundu. Böylece edebiyatla uğraşması kolaylaştı. Ebülûlâ (Mardin) ile Eşref Edib (Fergan) tarafın*dan yayımlanmakta olan Sırât-ı müstakim’de (VIII. C. den sonra 8 Mart 1912’de Sebilü’r-reşâd adını aldı) yazmaya başla*dı. Bu dergide 1908’de 29, 1909’da 5, 1910’da 7 şiiri yayımlan*dı. Bu şiirler arasında Küfe ve Seyfi Baba gibi ona geniş ün sağ*layanlar da vardır. Mehmed Âkif asıl edebiyatçı kişiliğini 1908’den sonra bu dergide yayımladığı şiirlerle bulmuş, bil*hassa manzum hikayeleriyle dikkati çekmiştir.


Çocukluğundan beri hikâye ve masallara meraklı olan Mehmed Âkif’in ilk okuduğu eserler arasında klasik bir aşk hikâyesi olan Leylâ ve Mecnûn (Fûzulî)’un da olduğu bilini*yor. Edebî hayatının yeni başlangıç döneminde Edebiyat-ı Cedîdeciler’in manzum hikâye modası yaygındı. Mehmed Âkif bu dönemde toplum hayatının çeşitli kesimlerinden çıkardı*ğı konuları canlı ve ilgi uyandırıcı bir şekilde işledi. Hikâye*lerin konularını sosyal olaylardan, hayatından ve İslâm tarihinden almış, bazı seyahatlerini de manzum olarak hikâye et*miştir.






ŞİİR VE FİKİR


Mehmed Âkif’in edebî şahsiyeti fikir adamlığı yönü ile bütünlenir. Edebî bazı sohbet yazıları dışında, bütün nesirle¬rinde ve şiirlerinde belli bir fikrin takipçisi oldu. Diğer çalış¬maları dikkate alınmadan da, yalnız şiirleriyle, fikir adamlığı yönünü ortaya koymak mümkündür. (Şiiri bir mücadele ara¬cı olarak kullanırken, Batıcılığın belli başlı simalarından Tevfik Fikret’le hayli sert bir münakaşaya girmekten de kaçınma¬dı. Bu münakaşanın yankıları sürekli olmuştur.)


XIX. asrın ikinci yarısında dünyada cereyan eden olaylar karşısında hem kendiliğinden oluşan bir halk şuuru ve hem de İslâm ül¬kelerinde daha çok entelektüel planda bir hareket olarak baş¬layan İslâmcılık, Mehmed Âkif’in şahsında kuvvetli popüler temsilcilerinden birini bulmuştur. Cemâleddin Afganî (1838-1897), Muhammed Abduh (1848-1905) ve Abdürreşid İbra¬him (Safahat’ın II. kitabı Süleymaniye kürsüsünde’nin kahra¬manı, 1853-1944) bu hareketin ilk önemli isimlerindendir. Ce¬mâleddin Afganî ve Muhammed Abduh, Paris’te el-‘Urvetü’l-vüskâ (Çözülmez bağ, Sağlam kulp) adlı İslâm âleminde anti-emperyalist eğilimler doğuran bir dergi yayımladılar (1884, 18 sayı).


ASRIN İDRAKİ VE İSLAM


Batı’da gelişen teknolojinin gerisinde kalan İslâm toplu*luklarının önce iktisadî, sonra siyasî ve içtimaî bozulmaya uğramaları aydınların başlıca meselesi oldu. Bir kısım ay*dınlar hâlihazır Batı medeniyeti ve kültürünün tamamen taklit yolunu benimserken, İslamcılar, Batının ilmini, tekno*lojisini nakletmek ve fakat manevî-kültürel değerlerde İslâm kaynaklarına sadakati savundular. Müslümanların ge*rileme sebepleri arasında İslâmiyet’ten uzaklaşma ve İslâmiyet’i yanlış anlamanın rolü üzerinde durdular. Cemâleddin Afganî’ye göre, Müslümanlar İslâmiyet’i kaybetmişlerdir. Din yerine hurafeleri koymuş ve bunu İslâmiyet olarak ad*landırmışlardır. Muhammed Abduh, Müslümanların bu durumdan kurtulabilmeleri için dinin asıl kaynağına, Kur’an ve sünnete dönmekten başka çare olmadığını belir*tir, İslamcılar siyasî plânda da bütün Müslümanların siyasî bir birlik olmaları gerektiği görüşündedirler. Mehmed Âkif bu temel ilkeleri şiirlerinde ve yazılarında sürekli olarak işledi.


FİKİR VE MÜCADELESİ


İslâm birliğinin savunucusu olan Mehmed Âkif, XIX. asrın ikinci yarısında başlayan Osmanlı Devleti içindeki Müslüman toplulukların ayrılıkçı hareketlerine karşı çıktı. 1908’den ve özellikle de Balkan Savaşı’ndan sonra Türk aydınlan arasında Türkçülük yaygınlaşmaya başladı. Sebilürreşâd etrafın*da toplanan İslamcılar, Ziya Gökalp gibi Türkçüleri İslâmiyet’in men ettiği kavmiyetçilikle suçladılar. Ancak bir süre sonra Sebilürreşâd kadrosu da ikiye ayrıldı. Âkif bu dönemde İslâmcılık görüşünü temellendirmek için âyet ve hadisleri yo*rumlayarak şiir ve nesirler ortaya koydu. Tercümeler yaptı. Tercümelerinin çoğu Şeyh Şiblî, Ferid Vecdî, Abdülaziz Çaviş ve Muhammed Abduh gibi çağdaş İslâm düşünürlerindendir.


Mehmed Âkif, bu asrın başında hızla gelişen birçok ola*yın içinde göründü. I. Dünya Savaşı’ndaki görevleri ve Millî Mücadele sırasındaki faaliyetleri dikkat çekicidir. Millî Mü*cadele’nin bütün İslâm âleminin kurtuluşuna hizmet edecek bir yönde gelişeceğine inanıyordu. Batı emperyalizmine karşı Türk milletinin verdiği savaş başarıya ulaşınca, diğer İslâm topluluklarının mücadeleleri için de adımlar atılabilecekti. Bu yüzden Millî Mücadele boyunca vatan sevgisi yanında, İslâm birliği ülküsünü terennümden de geri kalmadı. Ancak, Millî Mücadele’nin sonunda hâkim olan eğilimler bu umutla*rı tamamen yok etti. Savaşı verirken alem olan mukaddesler geride kalmış, Batı’nın belirlediği statüde yer almak kaygısı, devletin geleceğine yön verenlerin tayin edici düşüncesi ol*muştur. Bu safhada, Doğu dünyası bir Mecnun, İslâm Birliği ideali de erişilmesi imkânsız bir Leylâ’dır artık. Âkif’in Nisan 1922’de yazdığı Leylâ şiirinde bu duygular kuvvetle işlenmiştir. Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve hatta Şerif Hüse*yin’in çevresindeki Arapların Osmanlı Devleti’ne karşı ayak*lanmaları, Mehmed Âkif’in İslâm birliğine olan inancını sarsmamışken, Millî Mücadele sonrası Türkiye’nin durumu bü*tün ümitlerini kırdı. Yeni Türkiye Devleti idarecilerinin katı lâik, yer yer İslâmiyet’e aykırı ve karşı görünen uygulamaları bu idealin ortamını yok etmişti. Bu durum Mehmed Âkif’i umutsuzluğa ve bunalıma sevk etti. Bu dönemde çok az eser verebildi. Mısır’a yerleşmesi ve burada sürdüğü vatandan uzak hayat tasavvufî eğilimlerini ortaya çıkardı ve kuvvet*lendirdi.


MEHMED AKİF’İN ŞİİR VE SANATI


Mehmed Âkif, Türk şiirinin XX. yüzyıl başlarındaki geli*şim çizgisinde önemli bir yer tutar. Cenab Şahabeddin, coş*kunlukla “Edebiyat tarihi, şimdiye kadar Büyük Âkif’ten da*ha büyük İslâm ve Türk şairi tanımaz” derken, Mehmed Âkif’le ilgili bir monografisi olan Midhat Cemal Kuntay, Türk nazmının terkip kudretinin son noktasına Mehmed Âkif’in eliyle çıktığım söyler. Bütün edebiyat tarihçileri, Meh*med Âkif’in Türk nazmına getirdiği sesi, canlılığı, dil pürüz*lerinden arınmış sadeliği övmekte birleşirler. Bu kanaat, İslâm edebiyatının ortak vezni olan aruzu kullanmaktaki ustalığından doğmaktadır. Bütün İslâm şiirini bir âhenkte birleş*tiren aruz vezni, dokuz asırdır Türk şairleri tarafından da kullanılmaktaydı. Türkçede uzun hece olmaması yüzünden, bu veznin pürüzlerinden kurtulunamıyordu. Âkif’ledir ki bu vezin, günlük konuşmaları, en tabiî ifadeleri rahatça verebi*lecek bir âlet haline gelir. Onunla en duygulu mısraları bü*yük bir ustalıkla meydana getiren şair, manzum hikâyelerin*de basit mahalle sözlüğünü de kullanarak tabiî konuşma di*liyle uzun anlatımlara girmekten de geri kalmaz. Vaaz verir, nutuk çektirir, arzuhal yazar.




Mehmed Âkif’e göre sanat dava için, “Şeriat” içindir.Şiir*le düşünmeyi edebiyatımızda en ileri noktaya vardırmıştır. Toplum hayatında bir insanın ömrü boyunca başından ge*çenleri şiirle anlatmak onun tutkusu gibidir. Bu yüzden şiir*leri Müslüman Türk halkının, özellikle de İstanbul’un, belli bir dönemdeki günlüğü, “vekâyinamesi” daha yeni bir tabir*le “gazete”sidir. Yaptığı işin şuurunda olan Âkif, bu yüzden şiirlerini “Safahat” (safhalar, dönemler) başlığı altında topla*mıştır, denilebilir. 1908’den savaş yıllarına kadar olan şiirle*rinde, toplumun günlük hayatı Safahat’ın ilk kitaplarında şiirleştirilmiştir. Camiler, kahveler, sokaklar, meyhaneler… belli başlı mekânlardır. Hastalar, yetimler, dullar, yoksullar, idari bozukluklar bu mekânlar üzerinde tablo tablo objektif olarak tasvir edilmiştir. Savaş döneminde bu “günlük” te de mahiyet değişikliği hissedilir. Artık günlük hayatın olağanı olağanüstüne dönüşür. Olağanüstü bu safhada “destan”dır. Mehmed Âkif’in şiiri de destanlaşır. Bu destanın kahramanı yeni neslin temsilcisi “Âsım”ın şahsında bütün Müslüman gençlik ve Müslüman halktır. Mehmed Âkif Cumhuriyet’in ilânından sonra, devrimler döneminde günlük yazmaktan uzaklaşır. Çünkü dış, yönetim, onu savaş veremeyecek kadar tecrit eder. Bu dönemdeki şiirleri kendi şahsının günlüğü ola*rak kabul edilebilir.


Şiiri bir tebliğ vasıtası olarak kabul ettiği, düşüncesinin emrine verdiği için şairanelik kaygısı yoktur. Söz odun gibi de olsa dâvayı anlatmalıdır. Kendisi yüksek hayallerden ka*çındığını “âdi, basit şeyler”den bahsettiğini ifade eder. Eşya*nın hakikatlerini hayal gücüyle değiştirip tabiatüstü bir şekle dönüştürmek yerine, her şeyi olduğu gibi, göründüğü gibi tasvir ettiğini söyler. “En fukara muhitlere gider, onları bir ressam gibi aynen tespit etmeye çalışırım” der,


…hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.


mısraları şiirdeki düsturunu, gerçekçilik anlayışını açıklıkla ifade eder.


Şiirlerinin konuları, tasvirleri, karakterleri tamamen yerli*dir. Bu itibarla onu, geçen yüzyıllardaki “mahallileşme” cere*yanının çağımızdaki bir temsilcisi olarak görmek de müm*kündür.


Yaşanan hayat şiirinin başlıca konularındandır. “Edebi*yatımızda onun kadar hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yok*tur” (Sezai Karakoç). Gerçekçilik ve toplum hayatından kalkış, fikriyatıyla birleşerek İslamiyet’in cemaatçi cephesini ifadeye götürür. Bazılarınca natüralist, sosyal gerçekçi ve hatta sosyalist sayılan yaklaşımları bu çerçevede değerlen*dirilmelidir.


MEHMED AKİF ŞİİRİNİN ÖZELLİKLERİ


Âkif’in şiirini oluşturan âmiller şöyle sıralanabilir:


1. Doğu-İslâm şiir kültürü. Bu, Divan şiirinde Sadi ve Mevlâna’da en güzel örneklerini bulduğumuz ahlâkî manzum hikâyecilik anlayışına kadar varan çerçevede*dir.

2. Batı etkisi. Mehmed Âkif bu yönden, Batı sanat akımlarından realizme bağlıdır. Müsbet ilim tahsilinden gelen olaylara gerçekçi, objektif ve tahlilci bakış alışkanlığı da bu kategoride mütalâa edilmelidir.


3. Dinî-tarihî çerçeve. Sıkıntılı günler yaşayan devlet ve millet hayatının İslâm ideali ile kucaklanmasından do*ğan bir samimiyet bu çerçeveyi belirler.


Bütün eserinde bir imân ve isyan iradesi sembolü olarak beliren Âkif, I. Safahat’ında dış dünyanın tesirlerini anlatır. Bu eser bizim hayatımız ve cemiyetimizin ortaya konulduğu bir laboratuar çalışması devresini belgeler. II. Safahat’ta ise, idealini İslâm öğretisinin mekteplerinden, haberleşme mih*raklarından camide bir öğreticinin ağzından takrir ettirir. Bu kitapta yer alan fikirler onun tasavvur ettiği cemiyetin heye*canlı bir beyannamesi görünümündedir. Sonraki üç Safa*hat’ta dış dünyadan yola çıkarak kendi iç dünyasına kapanan, yine de bütün varlığıyla toplumunu kavrayıp sarsmaya yönelen çırpmışlar hissedilir. Âsım’da ise (6. kitap) bu çile döneminden çıkılmıştır. Şair bu kitapta fiilî tezi ortaya koyar. Âsım’ın nesli’nin pırıl pırıl heyecanlı aktivitesinden umutlu*dur. Bu genç ülkü erleri, toplumu karanlığından; aydınları yanılgılarından sıyırıp, İslâm toplumunu inançla yükseltecektir.


Ancak, toplum hayatındaki yeni cebrî oluşum, bu gidişi durdurur. Âkif zirveden derinliğe, iç bene iner. Bu yedinci ki*tapta (Gölgeler) ortaya konan tasavvufa varır. Toplum haya*tından ferdî tasavvufî hayata geçilmiştir. Başlangıçta böyle eğilimleri olmayan ve Vahdeti vücud’a inanmayan Mehmed Âkif de yurdundan ayrıldıktan sonra tasavvufî ve Vahdeti vücud’cu görüşler belirir. Gece, Hicran ve Secde adlı şiirlerin*de tasavvufî deneylerin, arayışların ürpertileri hissedilir.


Mehmed Âkif, Gece şiirinin farklılığına dikkat çeken H. Basri Çantay’a “Benim asıl vadim bu idi. Ben şiirimi cemiyete faideli olsun diye yazdım” der.


Âkif’in şiir dünyasındaki bütünlüğünü diğer ça*lışmalarında da bulmak mümkündür. Sebilürreşâd’da yayım*ladığı edebiyat sohbetleri, âyet ve hadis açıklamaları yanında Millî Mücadele sırasında verdiği vaazlar da aynı doğrultuda çalışmalardır. Tercümeleri bu çalışma ve tebliğ hayatını bü*tünler.


AKİF’İN TESİRLERİ


Mehmed Âkif’in tesirleri çok yönlü ve kalıcı olmuştur. M. Cemal Kuntay, Tâhir Olgun (Tâhirü’l-Mevlevî). Osman Fahri, Neyzen Tevfik, A. Ulvi Kurucu Mehmed Âkif’i örnek alarak şiirler yazdılar. Ancak bu isimlerin Âkif’in çığırını tam manasıyla devam ettirdikleri söylenemez. Mehmed Âkif daha çok millî-İslâmî düşüncenin remzi (sembolü) olarak kabul görerek geniş bir kitle üzerinde etkili olmuş¬tur. Ölümünden sonraki yıllarda bu tesir ve ilgi daha da genişledi. Zamanla resmî kurumlar da Âkif’in edebiyatımızdaki yerini ve önemini kabul etmek zorunda kaldılar.


Ölümünden 13 yıl sonra Ankara Belediyesi şairin bir süre kal¬dığı Tâceddin Dergâhı’nın bulunduğu Demir taş sokağının adını “Mehmed Âkif Ersoy Sokağı” olarak değiştirdi (1949). Tâceddin Dergâh’ı da Hacettepe Üniversitesi tarafından onarılarak müze haline getirildi (1973). Türkiye Yazarlar Birliği 1978’den itibaren Ankara’da iken ikamet ettiği Tâceddin Dergâhı’nda anma toplantıları düzenledi. Bu ve benzer ve faaliyetlerin oluşturduğu kamuoyu baskısı ile ilk defa vefatının ellinci yılında resmî tören ve toplantılar yapıldı (1986). Böylece İstiklâl Marşı Şairi’nin resmiyet nezdindeki itibarı kısmen iade edildi.


MEHMED AKİF ERSOY’UN ESERLERİ


Mehmed Âkif şiirlerini 7 kitap halinde yayımladı, ilkinin adı olan Safahat sonradan şiir külliyatına ad olarak verildi. Safahat’ı teşkil eden 7 kitap:




1. Safahat (1911) 1908-10 arası Sırât-ı müstakîm’de yayımlanan şiirlerinden dördü dışındakiler bu kitapta yer alır. Kitapta mevcut şiirler içtimaî hikâyeler (Küfe, Meyhane, Mahalle kahvesi), tarihî hikâyeler (Kocakarı ile Ömer, Dirvas) ve kendi hayatından kaynaklananlar (Hasta, Bebek-yahut hakkı karar, Seyfi Baba) şeklinde sınıflanabilir. Âkif’in ilk kitabı Servet-i fününcuların da dikkatini çekti. Celâl Sahir ile Hamdullah Suphi arasın*da tartışmalar oldu.


2. Süleymaniye Kürsüsü‘nde (1912). Kahramanı, Doğu Türklerinden Abdürreşid İbrahim Vaaz şeklinde tek şiir.


3. Hakkın Sesleri (1913). 8 âyet ve 1 hadis açıklaması dışında pek hazin bir Mevlîd gecesi adlı şiir yer almaktadır.


4. Fâtih Kürsüsü‘nde (1914) Vaaz şeklinde tek şiir. Bu kitapta da İslâm dünyasının çeşitli meseleleri ele alınmıştır.


5. Hâtıralar (1917). 1913 başında Mısır ve Hicaz’a, 1914’te Berlin’e ve Necid’e yaptığı seyahatlerden izlenimler dı*şında âyet ve hadis tefsirlerine yer verilmiştir.


6. Âsım (1924). Muhavereli bütün bir manzum hikâyedir.


Kişiler: Hocazâde (Mehmed Âkif), Köse imam (Meh*med Âkif’in babasının talebelerinden Ali Şevki Ho*ca), Âsım (Ali Şevki Hoca’nın oğlu). Emin (Âkif’in oğlu). Mehmed Âkif, özlediği, yetiştiğini veya yetişece*ğini umduğu yeni nesli Âsım’la sembolleştirir. Ça*nakkale şehitlerini tasvir ederken lirizmin şahikasına çıkar.


7. Gölgeler (Mısır, 1933). Daha önce dinî-didaktik şiirler yazan Âkif’in bu kitabında dinî-lirik şiirler önemli yer tutar.





Mehmed Âkif’in şiirleri ölümünden sonra Ömer Rıza Doğrul tarafından Safahat adı altında tek kitap hâlinde ya*yımlanmıştır (1943). Daha önceki kitaplarında yer almayan bazı şiirleri de bu kitaba alınmıştır (bunlardan en önemlisi, şairin milletin malı olduğu gerekçesiyle kitaplarında yer ver*mediği İstiklâl Marşı’dır). 1943’ten beri sürekli basılan bu ki*tap 8. baskıdan itibaren M. E. Düzdağ tarafından yayıma ha*zırlanmış, 10. baskıdan (1975) itibaren bazı şiirler ilâve edil*miş, devrimlere aykırı görülerek çıkarılan veya değiştirilen bazı kısımları eski hâline getirilmiştir. Safahat, Türk yayın hayatında hiçbir kitaba nasib olmayan bir ilgiye mazhar ol*muş. Mehmed Âkif’in ölümünün ellinci yılından sonra (1986) telif haklarının sona ermesi dolayısıyla çok sayıda baskısı ya*pılmıştır.


Tercümeleri: Müslüman kadını (Ferid Vecdi’den, 1909), Hanoto’nun İslâmiyet’e hücumuna karşı Şeyh Muhammed Abduh’un müdafaası (1915), İçkinin hayât-ı beşerde açtığı rahneler (Abdülaziz Çaviş’ten, 1923), Anglikan kilisesine cevap (A. Çaviş’ten, 1924, bir kısmı Hazreti Ali diyor ki -1959 ve Hazret-i Ali’nin bir devlet adamına emirnamesi- 1963 adlarıyla yayımlandı), İslâm*laşmak (S. Halim Paşa’dan, 1919), İslâm’da Teşkilât-ı siyasîye (S. Halim Paşa’dan, Sebilürreşâd’da tefrika, 1922), Kur’an tercüme*si (I. TBMM. Kur’an-ı Kerim’in tercüme edilmesi vazifesini Mehmed Âkif’e, tefsirini ise Elmalılı M. Hamdi’ye verdi. An*cak Mehmed Âkif sonradan bu işten “muvaffak olamayacağı” gerekçesiyle vazgeçti. Diğer bir kanaate göre de tercümesinin Cumhuriyet hükümeti tarafından Kur’an yerine ibadette ikâ*me edilebileceği zannıyla metni teslim etmek istemedi. Câmiü’l-Ezher âlimlerinden Yozgatlı İhsan Efendi’ye ölürse ya*kılmak kaydıyla bıraktı).


Diğer eserleri: Kastamonu Nasrullah kürsüsünde (Millî Mü*cadele sırasında Nasrullah Camii’ndeki hitabesi, Elcezire Ku*mandanı Nihat Paşa tarafından Diyarbekir matbaasında bas*tırıldı, 1921). Kur’an’dan âyet ve hadisler (Ö. Rıza Doğrul tara*fından Sebilürreşâd’da çıkan sohbet ve makalelerden seçmeler, 1944). Mehmed Âkif’in çeşitli makaleleri ölümünün ellin*ci yılı dolayısıyla toplanarak yayımlanmıştır (1987, hazırla*yanlar: Abdülkerim-Nuran Abdülkadiroğlu) Mehmed Âkif, Peygamberimizin son haccını anlatmak için Hacceti’l-vedâ, Âsım’ın devamı olacak İkinci Asım ve Selâhaddin Eyyubî ile ilgili bir piyes yazmayı da tasarlamıştı.


MEHMED AKİF ERSOY’UN KRONOLOJİK HAYATI





Mehmed Akif, 1873 yılının kasım ayında İstanbul’un Fatih semtinin Sarıgüzel, Sarı Nasuh, Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.


Babası Temiz Tahir Efendi, tahsil için küçük yaşında Arnavutluk’un İpek kazasına bağlı Şuşisa’dan İstanbul’a gelir ve zamanın meşhur “Fatih Medresesi”nin müderrislerinden olur. Akif, 1888 yılında hayatını kaybeden Tahir Efendi’den, ilk olarak birinci kitaptaki “Fatih Camii”nde bahseder. Çocukluğundan ve babasından bahsederek onu erken kaybetmenin acısı, ona olan saygı, sevgi ve özlemini dile getirir. “Asım” adlı altıncı kitapta da uzun uzun Tahir Efendi’den söz etmektedir.


Annesi Emine Şerife Hanım, aslen Buharalı olup Tokat’a yerleşmiş bir ailenin kızıdır.


Akif’in Nuriye adında bir kız kardeşi vardır. Birinci kitapta yer alan “Selma” adlı şiirini ise yeğeninin ölümü üzerine kaleme almıştır.


Akif, 1878’in Şubat ayında, 4 yıl 4 ay 4 günlük iken Emir Buharî Mahalle Mektebi’ne başlamıştır. 1879’da Fatih İptidaisi’ne geçer ve babasından Arapça öğrenmeye başlar. 1882 yılında Fatih Merkez Rüştiyesi’ne, 1886’da ise Mülkiye İdadisi’ne girer. (Mülkiye Mektebi’nin hazırlık okuludur, okulu 1888’de bitirir). Babası Tahir Efendi, Akif’in okulu bitirdiği bu yılda vefat eder. Akif onun için “Hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim” der. Akif, babasının vefatı üzerine, geçim kaygısıyla Mülkiye’nin yüksek kısmına gitmekten vazgeçer.


1889 yılında Sarıgüzel’deki evlerinin yanması üzerine, babasının talebesi Mustafa Sıtkı Efendi, aynı arsa üzerine ufak bir ev yaptırarak aileye destek olur. Yaşanan olaylarla gelen geçim sıkıntısı ve işsizlik nedeniyle Akif, 1889 yılının sonunda eğitime başlayacak olan Baytar Mektebi’ne kaydolur. İlk sivil veteriner okul olan bu mektepten mezun olanlara hemen iş verilecektir. 1891’e kadar Ahırkapı’daki sivil tıbbiye mektebinde eğitim gördükten sonra Halkalı’daki okula geçerek kalan ilk yılı da burada yatılı olarak okurlar. Bu okulda spor, güreş ve şiirle ilgilenir. 1893 yılında birincilikle bitirdiği okulundan baytar muavinliğine tayin edilir ve 1894 yılında Hazine-i Fünun’da bir gazeli, 1895 yılında ise Mektep Mecmuası’nda “Kur’an’a Hitap” şiiri yayınlanır.


1898 yılına kadar Osmanlı ülkesinde, Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli yerlerinde görevli olarak dolaşır. Resimli Gazete’de şiirlerinin yayınlanmaya başladığı bu yılda Tophane-i Amire veznedarının kızı İsmet Hanım’la evlenir.1907’de Çiftlik Makinist Mektebi Türkçe muallimliğine tayin edilir. 1908 yılında, Meşrutiyet’ten on gün sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kaydolur. Gerekçesi de millete faydalı olacak irşad ve eğitim faaliyetlerine katılmak şeklindeki arzusudur. Fakat cemiyetin yeminine, emr-i bil’maruf gereğince uymak şartını koşmuştur. Bu yıl içinde, başyazarının Mehmet Akif’in olduğu “Sıratımüstakim” mecmuası yayınlanmaya başlar ve derginin sahipleri, Eşref Edip ile Ebulûla Zeynelabidin’dir. Derginin ilk sayısında “Fatih Camii” şiiri yayınlanır. 1910 yılına gelindiğinde, “Baytar Mekteb-i Âlisi Mezununî Cemiyeti” başkanlığına seçilir. Bir yıl sonra ilk şiir kitabı olan “Safahat” yayınlanır. Mayıs ayında bu dergi sıkıyönetim nedeniyle kapatılır.


1912’de “Süleymaniye Kürsüsünde” şiiri Sıratımüstakim’de tefrika edilir ve eylül ayında kitap olarak çıkar. Ebulûla’nın dergiyi bırakması ile derginin adı “Sebilürreşad” olarak değiştirilir. Ayrıca 8 Ekim 1912’de Balkan Harbi başlar. Mehmet Akif de 1913 yılında Bayezid, Fatih ve Süleymaniye camilerinde vaaz verir.


Bu yılın mayıs ayında, Baytarlık Dairesi Müdür yardımcılığından ve baytarlıktan istifa eder. Ayrıca, “Fatih Kürsüsünde” şiiri yayınlanmaya başlar, “Hakkın Sesleri” ise yayınlanır.


Akif, 1914 yılının ocak-mart dönemini Abbas Halim Paşa’nın daveti ile (İstanbul-Beyrut-Kahire-Eluksur-Kahire-Medine-Şam-İstanbul) Mısır’da geçirir. Eylül ayında, Darü’l-hilafeti’l-âliye Medresesi’nin orta bölümünde Türkçe-edebiyat dersleri vermeye başlar. “Fatih Kürsüsünde” şiiri bu yıl içinde üç baskı yapar.


Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderilen Akif, Fransız ordusunda savaşan Müslüman askerler için Arapça beyannameler yazar ve bu yazılar cephelere uçaklardan atılır. Ayrıca “Berlin Hatıraları” şiiri burada kaleme alınır ve 1915’te bu şiir Sebilürreşad’da yayınlanmaya başlanır. Yine bu yılın içinde Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref’le Necit seyahatine çıkar ve Medine’yi ziyaret eder. Ziyaretin ürünü olarak “Necid Çöllerinden Medineye” şiirini yazar. Sebilürreşad dergisi birkaç kez açılıp kapanma sürecini yaşadıktan sonra, hükümet tarafından 1916’nın Ekim ayı itibarıyla yirmi ay kadar kapatılır ve Sultan Vahideddin’in cülûsu üzerine sansürün kaldırılması ile dergi tekrar yayınlanmaya başlanır.


Safahat’ın beşinci kitabı “Hatıralar” 1917’de yayınlanır ve 1918’de ikinci baskısı yapılır. 1918’de Mekke emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti üzerine Akif Lübnan’a gider. “Yüksek İslâm Tebliğ ve Danışma Heyeti”ne burada iken başkâtip olarak tayin edilir.


1919’da yayınlanmaya başlanan “Asım” 1924’e kadar aralıklı olarak Sebilürreşad’da yer alır.


Sebilürreşad, 1920 yılında, idarehanenin Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanları ile İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelir.


Akif, Balıkesir’de Zağanos Paşa camiinde Millî Mücadele’yi destekleyen vaazını verir. Nisan ayında oğlu Emin ve Trabzon meb’usu Ali Şükrü Bey ile Ankara’ya gider. Meclisin önünde Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşmaları üzerine Paşa’nın “Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim” demesi gerçekleşir ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde Mehmed Akif’in Ankara’ya gelişi “İslâm Şairi Akif Bey” başlığı altında verilir.


Mustafa Kemal Paşa, Konya vali vekili ve kolordu kumandanı Miralay (Albay) Fahreddin’e (Altay) Mehmed Akif’in Burdur’dan meb’us seçilmesini sağlamasını bildiren telgraf yollar.


Ancak Akif, Biga’dan en yüksek oyu alarak meb’us seçilir. Bunun üzerine, Burdur meb’usu seçildiği yönündeki mazbata Meclis’e ulaşır ve Meclis tarafından oy birliği ile kabul edilir.


Mehmed Akif de Meclis’e takrir vererek Burdur meb’usluğunu tercih ettiğini bildirir.


Bu yılın içinde, Erkân-ı Harbiye’nin isteği üzerine Maarif Vekâleti’nce açılan “İstiklâl Marşı” yarışması haberi Hâkimiyet-i Milliye’de yayınlanır.


Mehmed Akif, Kastamonu’nun Nasrullah Camii’nde Sevr’i anlatan ve Millî Mücadele’yi destekleyen meşhur vaazını verir. Ayrıca Ankara’da ev buluncaya kadar Kastamonu’da oturmak üzere ev tutar, Sebilürreşad da Kastamonu’da yayına başlar. Akif’in Nasrullah Kürsüsünde verdiği vaaz bu nüshada yayınlanır. (Bu sayı büyük ilgi gördüğünden bir kaç defa basılır.)


1920’nin Aralık sonunda Mehmed Akif Ankara’ya döner. Mustafa Kemal, Sebilürreşad kadar hiçbir gazetenin neşredilemediğini ve manevî cephemizin kuvvetlenmesinde Sebilürreşad’ın büyük hizmeti olduğu bildirerek teşekkürlerini sunar.


1921 yılında Sebilürreşad’ın Ankara’da ilk sayısı çıkar (467. Sayı). (Dergi bu dönemde Büyük Millet Meclisi tarafından desteklenmiştir.)


Maarif Vekili Hamdullah Subhi İstiklâl Marşı için Mehmet Akif’e tezkere yollar. Yarışmaya katılan şiirlerden seçilen altı tanesi basılarak milletvekillerine dağıtılır.


Hamdullah Subhi yarışmaya katılan ve seçilen şiirlerden birinin kürsüden okunması kararı üzerine kürsüye çıkarak yarışma hakkında bilgi verir. Gelen şiirleri yetersiz gördüğünden Mehmed Akif beyefendiye müracaat ettiğini, endişeleri ortadan kaldırmak üzere elinden geleni yapacağını bildirdiğini ifade ettikten sonra, muhteşem bir şiir yolladığını açıklar. Hamdullah Subhi Bey, Mehmed Akif’in şiirini okurken Mehmet Akif salonu terk eder. Şiir büyük bir heyecanla karşılanır.


“İstiklâl Marşı” yarışmasının sonuçlandırılması ile ilgili tartışmalardan sonra, sadece Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nın oylanması konusunda verilen önergeler kabul görür ve TBMM “ekseriyet-i azime ile” (büyük çoğunlukla, bir üye hariç) Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı şiirini “Millî Marş” olarak kabul eder.


İstiklâl Marşı’nı millî marş olarak Meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa ve milletvekilleri ayakta dinlemişlerdir. Hâkimiyet-i Milliye’nin 2. sayfasında da “Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1337 tarihli toplantısında özel takdirlerle kabul olunan İstiklâl Marşı’nı yayınlıyoruz” denilerek İstiklâl Marşı bir daha yayınlanır.


Bu arada TBMM Hükümeti ile SSCB arasında “Moskova Anlaşması” imzalanır.


Hakimiyet-i Milliye’de, Eşref Edib’in “Anadolu’da İslâm kongresi” başlıklı “Hüseyin Ragıb Beyefendiye” ithaflı yazısı yayınlanır. Bu yazıda, Hükümetin böyle bir işe girmesinden duyulan memnuniyet dile getirilmektedir. Bu yıl içinde Yunan ordusu Bursa ve Uşak cephelerinde ileri harekâta başlar, Sapanca ve Adapazarı işgal edilir. Bursa’nın işgali haberleri üzerine Bülbül şiiri yazılır.


1922 yılında Said Halim Paşa Malta sürgününde Fransızca olarak “İslâm’da teşkilat-ı siyasiye” adlı eseri yazar. Akif, Said Halim Paşa’dan tercüme ettiği bu eseri Sebilürreşad’da yayınlamaya başlar.


Ali Fuat Paşa’nın başkanlığındaki heyette yer alan Mehmed Akif, cepheleri dolaşarak Büyük Taarruz öncesi askeri cesaretlendirici konuşmalar yapar. (1-16 Ağustos). 1923 yılında ailesiyle İstanbul’a döner.


1924’te Zeki Üngör’ün İstiklâl Marşı bestesi kabul edilir.


“Asım”ın “Çanakkale Şehidlerine” diye bilinen bölümü Sebilürreşad’da yayınlandıktan sonra “Asım” kitap olarak yayınlanır. 1925 yılının Mart ayında, birçok gazete ile birlikte Sebilürreşad da Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılır.


TBMM’de Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercümesi ve tefsir çalışması ile ilgili önerge kabul edilir. Bu işin ancak Mehmed Akif tarafından yapılabileceği konusunda görüş birliği oluşur. Dostlarının telkinlerinin sonuç vermemesi ve Diyanet İşleri Resi Rifat Bey’in, Aksekili Ahmed Hamdi’yi görevlendirmesine rağmen, onun ısrarlarına rağmen sonuç alınamaz. Fakat Ahmed Naim Efendi’nin ısrarı üzerine tercüme değil de meal hazırlamayı kabul eder. 1000 lirayı ise Sebilürreşad’ın yeniden yayınlanması için Eşref Edib’e verir.


1925 yılı, Akif’in Mısır’a son gidişi olur. Rejim düşmanı gibi peşine polis takıldığı için yurdu terk eden Akif: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memleketine ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” siteminde bulunur. On buçuk sene dönmediği Mısır’da, iki yıl Abbas Halim Paşa’nın sarayının karşısındaki küçük bir köşkte oturur.


1926 yılında Akif’in annesi Emine Şerife Hanım 90 yaşında vefat eder ve Akif, bu yılın ocak ayında Kur’an tercümesi için çalışmaya başlar.


Latin alfabesinin kabulünden önce, altı Safahat’tan beşi (4. Hariç) tekrar 1928 yılında basılır. Temmuz ayında ise Kur’an tercümesi tamamlanarak 1929 yılında temize çekilmeye başlanır.


Bu yılın içinde Akif, Mısır Üniversitesi (el-Camiatü’l-Mısriyye)nde Abdülvehhab Azzam’ın aracılığı ile Türkçe hocalığına başlar.


1931 Ramazan’ında İstanbul’un bazı camilerinde Kur’an-ı Kerim Türkçe okunur ve Akif, tercümeden vazgeçtiğini belirten yazısını yazar. 1932 Ramazan’ında camilerde Türkçe Kur’an okunur, Kadir gecesinde Ayasofya camiinde teravihten sonra okunan tercüme radyodan naklen verilir. Ramazanın son cumasında ise Saadettin Kaynak Süleymaniye camiinde smokinle hutbe okur.


Akif, Kur’an-ı Kerim tercümesi ile ilgili mukaveleyi fesheder. (İşi ve borcu Elmalılı Hamdi devralmıştır) Nedeni ise “Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lakin onu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allah’ımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam.” düşüncesidir.


Yine bu yıl, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir yazısı ile Türkçe ezan uygulamasına geçilir.


1933 yılında, Safahat’ın yedinci ve son kitabı olan “Gölgeler” Kahire’de basılır. (1918–1933 arasında yazılan 41 şiir)


Ezan ve kametin Türkçe okunmasını istemeyen halk, Bursa Ulu Camii’nde namaz kıldıktan sonra Vilayet önüne gelerek toplanır. Bu sebeple tutuklanan çok sayıda kişiden 19’una Çorum Ceza mahkemesinde ağır cezalar verilir.


1935 yılında rahatsızlanan Akif, Cebel-i Lübnan’a gider fakat 1936’da hastalığı ilerler. Bunun üzerine Türkiye’ye dönmeye karar verir ve Kur’an tercümesini Yozgatlı İhsan Efendi’ye şu sözleriyle teslim eder: “Ben sağ olur da gelirsem noksanlarını ikmal eder, ondan sonra basarız. Şayet ölür de gelmezsem bunu yakarsın.”

17 Haziran’da Mısır’dan İstanbul’a vapurla döner ve “Şişli Sıhhat Yurdu”nda yirmi gün yatarak teşhis ve tedavisi yapılır. Yine Halim Paşa ailesine ait Beyoğlu’ndaki Mısır Apartımanı’nda hazırlanan daireye yerleştirilir. Bu dönemdeki Dâhiliye Vekâleti Emniyet Umum Müdürlüğü’nün İskenderiye Konsolosluğuna yazısı: “Memlekete dönen Şair Akif’e ne zaman ve hangi konsoloslukça vize verildi?”şeklindedir.


Ve Mehmed Akif, 1936 yılının 27 Aralık Pazar günü saat 19.45’te Mısır Apartımanı’nda vefat eder.


İstanbul gazeteleri Mehmed Akif’in ölüm haberine çok kısa yer verir ve Ankara’dan Üniversite’ye ve resmi yetkililere tören yapılmaması ve törenlere katılmamaları hakkında emir gönderilir. Gençler, Bayezid Camii avlusundaki tabutu tanıyarak Kâbe örtüsü ve bayrağa sarılı olarak Bayezid’den Edinekapı’ya kadar el üstünde taşırlar. Akif, Edirnekapı’da sevdiği arkadaşı Ahmed Naim Bey’in yanına defnedilmiştir.


1938 yılında üniversiteli gençler Mehmed Akif’in kabrini yaptırır ve “27 Aralık” Mehmed Akif’i anma toplantılarının yapılmaya başlandığı tarih olur.


1944 yılındaki “Safahat”ın Latin harfli baskısını, damadı Ömer Rıza Doğrul yayına hazırlamıştır. (10. Baskıdan itibaren M. Ertuğrul Düzdağ tarafından yeniden düzenlenerek yayınlanır, 1975) 1949 30 Ekim ayında, Taceddin Dergâhı Ankara Şehir Meclisi kararıyla müze haline getirilir.


1961’de Akif’in Kur’an mealini emanet ettiği Yozgatlı İhsan Efendi vefat eder. Mehmed Akif’in meali ve İhsan Efendi tarafından istinsah edilen sureti, oğluna vasiyeti üzerine yakılır.


1973 yılında Taceddin Dergâhı “Mehmed Akif Evi” müzesi olarak tanzim edilerek açılır.


1986 yılı, vefatının 50. yılı dolayısıyla “Mehmed Akif” yılı ilan edilir. Kültür Bakanlığı’nın teşebbüsü ile kabri yeniden yapılır.


4 Mayıs 2007, 12 Mart’ın “İstiklâl Marşının kabul edildiği günü ve Mehmed Akif Ersoy’u anma günü” olarak kutlanması ile ilgili kanun TBMM’de kabul edilir ve 7 Mart 2008’de Resmi Gazete’de yayınlanır.


MEHMED AKİF’İN SANAT ANLAYIŞINI NE BELİRLİYOR?


İslamcı ve toplumcu karaktere sahip olan Mehmet Akif’in şiirleri, onun sanatkârlığı kadar fikir adamı özelliğiyle değerlendirildiğinde ayrıca değer kazanır. İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık, Batıcılık gibi akımları temsil eden sanatçılardan farklı olan Akif, insanın ruh hallerini muhteşem bir lirizmle dile getirmektedir. Onun lirizmi, toplum sorunlarını tasvirlerle ele alması ve bu meselelerin şahsında derinleşmesiyle başlar. Süleyman Nazif’e göre Akif, nasıl hissettiyse öyle yazmıştır. Öyle olmasaydı yazıları karşısında kalpler bu kadar derinden etkilenmezdi. Bu çerçeveden bakıldığında ise Akif’e göre sanatkâr, toplumun ızdıraplarına kayıtsız kalmamalı, din ile sanat ve bilimin uyum içinde ilerlemesine katkıda bulunmalıdır.


Sosyal faydayı esas alan Akif, Namık Kemal gibi topluma yeni bir şekil vermek değil, milletimizin yüzyıllarca inandığı değerlerle sahip olduğu kimliğine sahip çıkması derdindedir. Sorunu sadece söylemeyip çözümünü de önerdiğinden natüralist olarak nitelendirilen Akif, olaylara tuttuğu İslami ve ahlaki ışıkla natüralistlerden aynı zamanda farklıdır da.


Birçok doğulu ve batılı edipten beslendiğini ifade eden Akif: “Şiire Sa’di mesleğini taklitle başladım. Arapları çok okudum… Frenklerden en çok sevdiğim Lamartine ile Daudet’dir.” der. Hikâye ve tasvirlerindeki incelik onu Sa’diye yöneltirken her şeyi olduğu gibi göstermesi ise Daudet’yi okumasındandır. Halkın arasına karışması, onu gerçekçiliğe ulaştırdığı kadar onun tasvir etme yeteneğini de geliştirmektedir. Rum tren memurunun “Tren kaçar a kuzum!” şivesini şiirlerinde kullanması da bunu göstermektedir. Çünkü Akif, gerçeği yansıtırken etki uyandırmak amacındadır. Akif’in tenkit ve alayı başarıyla kullandığı da rahatlıkla söylenebilir.


Şiirlerine duyulan ilgiyi resmi zorlama, pazarlama veya reklam olmadan taşıyan Akif, Orhan Okay’ın ifadesiyle hiçbir zaman popülizme düşmemiştir. Safahat’a olan ilgi, milletin derdini dile getiren toplumsal meseleleri ele alması, dini ve toplumsal içerikli motifleri ustalıkla kullanması ve olaylarla içli dışlı olan tarzından ötürü günümüzde de devam etmektedir.


Yedi kitaptan oluşan Safahat, yazıldığı devrin ve çevrenin objektif yansıması olduğu kadar, şairin sosyal hayattan mistik hayata ilerleyen kişiliğinin sanatkârane bir üslup içinde işlenmesidir de. Tanpınar’ın sözleriyle noktayı koyabiliriz: “Hiçbir şairimiz onun kadar ilhamının ufkunu geniş tutmamıştır.”


KAYNAKLAR


*Vefatının 60.Yılında Mehmet Akif Sempozyum Bildirileri, 30 Aralık 1996, İstanbul, İslam Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma Vakfı, İsar, Yay. Haz: Prof Dr. İnci Enginün


* Nazif, Süleyman: Mehmet Akif, Şairin Zatı Hakkında Bazı Malumat ve Tedkikat, İstanbul, 1924


*Mehmet Akif’in Sanatı, Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları S.65, Yay. Haz: Doç. Dr. Kazım Yetiş, Ankara, 1992


* Düzdağ, M. Ertuğrul: Mehmet Akif Hakkında Araştırmalar, Marmara Üniversitesi Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi, Fatih Yay. Matbaası, İstanbul, 1987


* Okay, M. Orhan: Mehmet Akif, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ, Ankara, 1989


* Düzdağ, M. Ertuğrul: Mehmet Akif Ersoy, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996



* Dünya Bülteni
* Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları


İSLAM DAVASININ NEFERİ "MEHMED AKİF ERSOY" | İslam ve İhsan

 

Asi ve Mavi

Sp Kullanıcı
30 Ocak 2017
5,702
1,387
Allah rahmet eylesin inşallah
Akifi anlayan bir nesil yetisiyormu pek bilemem bunun için neler yapabiliriz acaba
 

Beste

Sp Kullanıcı
10 Şub 2017
1,574
493
Allah rahmet eylesin büyük şahsiyet birdaha Mehmed Âkif Ersoy gelmez dünyaya, bizlere paylaştığın için teşekkürler Sayın [MENTION=60]NoktA[/MENTION].
 

Qasem

Sp Kullanıcı
18 Şub 2017
3,530
527
O bir Kuran Şairi olmasının yanında aslında bir ıslah öncüsüdür.
Islah ekolünün Türkiye'deki öncülerinden biri dersek yanlış yapmış olmayız.
Dünyada Emperyalizme karşı baş kaldırmayı ilke edinen Urvetul Vuskanın aynı zamanda Türkiyedeki sesi de olmuştur...



Bu anlamda sözü Şuayp Mekeç'e bırakmak isterim.

----------------------------------------------------------------------------------------

Mehmet Akif ve Düşündürdükleri



Şuayip Mekeç

"Ey Allah'ın dinine iman ederler! icabet ediniz: Allah'a, Allah'ın davetine, Allah'ın Rasulüne, o muhterem Rasulün davetine, evet onların sizin için sırf hayat olan davetine, Allah'ın, Rasulünün sizin hakkınızda sırf hayat olacak bir çok emri var. Onları ifa ederseniz gerek bugünkü fani hayatınızda, gerek yarınki ebedi hayatınızda mesut olur, rahatla, saadetle yaşarsınız. Sonra bilmiş olunuz ki, Cenab-ı Hak, insanın kalbi ile kendi arasına girer, yani mahlukunun bütün sırlarına muttali olur. Şunu da biliniz ki yine döneceğiniz yer Allahu Zül-Celal'dir. O musibetten, o fitneden, o felaketten sakınınız. O bela, o felaket hiç bir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez, belki umumunuzu birden istila eder. Bir de gözlerinizi açınız, iyi biliniz ki Allah 'in azabı şiddetlidir, dehşet vericidir." (8/Enfal, 24-25) [SUP][1]
[/SUP]
Ayetler, Akif tarafından açıklamalı meal şeklinde sunulmuştur. Bayezid Kürsüsü'nden yaptığı vaazına bu ayetlerle başlayan Akif, müslümanların o dönem içinde bulundukları içler acısı duruma -şimdi de farklı duygulara sahip olmanın mümkün olmadığı gibi- İttihad-ı İslam ya da Pan-İslamizmin kaçınılmaz olduğunu, bunun aksinde yaşanılan hayatın "İslami" olamayacağını, adeta bu durumun ölü durumundaki beden hükmünü giyeceğini vurguluyordu.
Irkı, dili, muhiti, adetleri, kısaca her şeyi bir diğerine zıt olan bu kadar milleti müslümanlığın kardeş yaptığını söyleyen Akif, ümmeti acilen milliyetçilik, ırkçılık gibi sapkınlıklardan kurtulup İslami ümmet olma yolunda çabalar göstermeye ve müstevli küfür güçlerine karşı topyekün mücadeleye davet eder. Son zamanlarda müslümanlar arasında yaygınlaşma imkanı bulan emperyalist emellere hizmet eden bu nevi cahili unsurlar yüzünden ümmet parça parça olmuş, küfür cephesi bu işten karlı çıkmıştı. Sonuç; küfrün hesapları doğrultusunda kurulan hizmetçi-işbirlikçi rejimler yani hep tıkız kalmaya mahkum bir geleceği tercih etme kararlılığının acı manzarası. Arnavut, Kürt, Çerkez, Boşnak, Arap, Türk, Laz... oluşuyla övünen ve birbirine karşı durmanın adına "özgürlük mücadelesi" adını veren yeni akımların türemesi hadisenin özünü, vehametin boyutunu göstermektedir.

"Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabirinden kalk!
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş...
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayalin mi vefasız Kosova!
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim... Bildim!
Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb'ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her limesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?
(Safahat, "Hakkın Sesleri", s. 204, ist.-1973)

Ümmeti güçsüz kılan, dertlerine duyarsız, yaşanan zulme seyirci yapan hep bu cahili mubtezelliğe duçar olma değil miydi? Devleti yöneten saltanat çevrelerinin ve halkın adeta anlaşmışlarcasına derin bir sessizlik ve hızlı bir çözülmüşlüğü yaşadığı acı gerçeğinin faturası tek tek kendisine çıkartılıyor ve ardından devletlerini, mallarını, namuslarını, dinlerini kısaca tüm değerlerini götürüyordu! Hızlı bir şekilde, hem de acımasızca... İşte Akif bu ortamın insanıydı... Ne hazindir ki o gün vaki Sırp vahşetinin bu günde, daha yoğun ve kelimelerle ifade edilemeyecek boyutlarda cereyan etmesi karşısında dünya Müslümanları, içinde bir kaç duyarlı muvahhid Allah erinin dışında kayda değer ne yapıyorlar ki? Yakın geçmişte yaşanan bu trajik olayların belleklere kazınmış izleri bile henüz silinmemişken yaşadığımız benzer vakıalar karşısında ümmet,daha ne zamana kadar seyirci kalacak!...

Akif, İslam ümmetinin her yönüyle hızlı bir çöküntüyü yaşadığı, geleneksel otoritenin yerini güçsüzlüğe, çaresizliğe terk ettiği bir dönemde dünyaya geldi ve yetişti. O günün İslam coğrafyasında yaşayanlar, Batılı değer yargılarından etkilenerek, Batılılarca ortaya atılmış kavramları ve kimlik tanımlamalarını tartışmaya ve bu sınırlarda düşünmeye başlamışlardı. O güne kadar yaşatılan görece dini değerler ve beşeri ölçülerden geçilip, etnik unsurlar ve batıcı aymazların iddia ettikleri yaşam tarzları savunulmaya ve hayata uyarlanmaya çalışılıyordu.

Bunlar olup biterken, tevarüs ettiği telakkileri ve yönetim kalıplarını kısmen de olsa koruma mücadelesi veren Osmanlı Devleti, bu durumuyla mevcut konjonktürden doğrudan etkilenir durumdaydı. Devletin otoriter gücü, içte kesif çalkantılar ve dışarıdan etkiyen fiili müdahaleler karşısında iyice güç kaybediyordu. Devlet erkanıyla teba arasındaki görece bağ hemen hemen kopma aşamasına gelmişti. Bu hali zorunlu kılan belli etkenleri özetlemek gerekirse kısaca şunlar söylenebilir:

Halkın sesi olma misyonuna sahip münevver (!) çevrelerde devletin geleneksel gücünü yıpratacak düşünceler tartışılıyor, üzerinde fikirler ileri sürülüyor ve bunlar neşriyata dökülüp hızla yaygınlaştırıyordu. Bu tarz oluşumlara hazırlıksız yakalanan Osmanlı devlet adamları ve o güne kadar kayıtsızlığıyla ünlenmiş ulemanın tepkisi, teamüle binaen olayları fıkhen yargılama yani kısa yoldan tekfir etme şeklinde gerçekleşiyordu. Zaten nakilciliğin ve taklitçiliğin kutsandığı, muhkem ve sahih doğruları referans alan aklın öncelenmesinin afaroz edildiği bu nevi yanlışlarla malul çevrelerden sonuçta biçare kalışlarını resmeden tavırlarından başka bir manzara da sudur edemezdi.

"Mehmet Akif'in yetiştiği, yaşadığı ortam, bu taklitçilik dünyasının başkentiydi işte. Bir yandan ülkeye kalıplar, hazır lokmalar halinde düşünce ithali yapılıyor, bir yandan Osmanlı padişahı, soyunun ve İslam'ın son tahtını (Osmanlı tahtı İslam tahtıyla özdeş sayılıyordu hala) koruyabilmenin telaşını yaşıyordu. Osmanlının has halkı Türkler ise, beri yandan ülkedeki yüzlerce yıllık egemenliklerinin doğurduğu gevşeklikle, nasıl olsa Allah'ın başlarına bir sahip göndereceğine son derece mü'min olarak ya mahalle kahvesinde domino patlatıyor ya da Kandilli'de, Kuzguncuk'ta pembe sabahların seyrine çıkıyordu."[SUP][2]
[/SUP]
Hemen hemen İslami duyarlılıklarını kaybetmiş basiretsiz aydınlar da, batıdan, Tanzimat'la birlikte ithal edilen özgürlük ve hür düşünce modasına kapılıyor, halkı, fildişi kulelerinden Batı'nın aydınlığına ve yol göstericiliğine davet ettikleri nutuklarını atıyorlardı. Zira onlara göre ülkeyi kurtaracak yegane çözüm, batılı efendilerinin kanatları altına sığınmak ve onlara teslim olmakla mümkün olabilirdi, işte Osmanlı hükümranlığındaki topraklar üzerinde cereyan eden hengamenin özeti buydu.

Söz konusu iklimde, özetlemeye çalıştığımız ruh halinin ve somut yansımalarının dışında, muvahhid tutumlarıyla Kur'ani kimlik ve kişilik arayışlarını bireysel alanlarda sürdüren ve durumun ciddiyetini kavrayabilenler de yok değildi. Sorunları sosyal, siyasi ve kültürel boyutlarıyla kökünden kavrayabilen, geçmişten o güne intikal eden çözülmüşlüğü derinlemesine sorgulayıp bir an önce çözümler bulmak için gayret sarfeden bu kimselerin çabalarının ne kadar anlamlı ve yerinde bir davranış olduğu anlamak pek zor olmasa gerek!

Mehmet Akif çocukluğunda babasıyla camiye gitmiş, Kur'an okumayı öğrenmiş, İslami hayatın ilk birikim ve deneyimlerini babası ve yakın çevresindeki atmosferde elde etmişti. O dönemlerinde bile öne çıkan kişisel yeteneğiyle duygularını terennüm ettiği şiir ve denemeler yazmıştı.
Akif'te şiir, klasik divan şiirlerindeki aruz vezni ve nazım türüyle benzeşir. Ancak Akif'in şiirleri, seçtiği konular ve kullandığı sade dil açısından bu tarzın dışında kalır.

Onun şiiri kimi zaman vaaz üslubunu taşır. Hatta hikaye, dini kıssa, fıkra gibi anlatım türlerini aynen şiire uyarlar. Ayet ve hadislere olduğu gibi yer verir. Buradan biz Akif'in sanat yapmaktan ziyade vermek istediği mesaja ne kadar önem verdiğini çıkarıyoruz. Yedi kitaptan oluşan Safahat'ı incelendiğinde bu sonuca varmamız mümkün olacaktır. Akif eylemiyle, her yönden ilgilendiği hususlarla hayatı bütüncül olarak kavrayabilen ışığıyla çevresini aydınlatan bir İslam neferidir. Kendisini erişkin ve hayata karşı sorumlu hissetmeye başladığı çağlarda eskiden yazıp çizdiklerini bırakarak daha içerikli ve davet dolu çalışmalara yönelmiştir.

Akif'in kişiliğindeki bu ciddiyet, onun kararlılığını, tebliğde takip etiği yöntemini kullandığı üslubunu ve sanat alanındaki ustalığını delillendirebileceğimiz en önemli yanını oluşturur.

"Feiza azemete fetevekkel Alallahi: Bir kerre de azmettin .mi, artık Allah'a dayan..."Kur'anı Kerim.

"-Allah'a dayanmak mı? Asırlarca dayandık!
Düştükse bu hüsrana, onun nârına yandık!
Yetmez mi çocukluktaki efsaneye hürmet!
Hâlâ mı reşîd olmadı, hâlâ mı bu ümmet?
Dersen ki; ufuklarda bir aydınlık uyansın;
Maziye ateş vermeli, baştan başa yansın!
Şaşkınlık olur köhne telakkileri ihya;
Şeydâyı terakkî terakki, koşuyor, baksana dünya.
Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır;
Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır!
-Allah'a değil taptığın evhama dayandın;
Yandınsa eğer, hakk-ı sarîhindi ki yandın.
Mefluç ederek azmini bir felc-i iradî, '
Yattın, kötürümler gibi, yattın mu-temâdî!..."
(Safahat, "Gölgeler", S.469, ist.-1973)


İşte kaygı dolu bir ses! Akif'in o zamanı haber veren duygu dolu, keder dolu çağrısı.

Tarihin bu kesitinde diğer çağrı sahipleri arasında, Müslümanlara, önlerinde kapkara günlerin beklediğini göstermeye çalışan ve bu duruma varılmaması için, ilkin dimağlarındaki düşünce savrulmasının önüne geçecek tek çarenin ancak Kur'an'ın kılavuzluğuna teslim olmakla mümkün olabileceğini (ömrü boyunca) vurgulayan Cemaleddin Afgani tarihe kazınan bir çaba ve inancın temsilcisi olarak karşımızda beliriyordu. O, İslam ümmetinin malum hastalıkların enkazı altında görülmemiş bir zaaf ve yitirilen güven duygusuyla iyice ezildiğine, tavırların fena halde bozulduğuna ve düşmanla girilen mücadelede ruhsal bir çöküntünün hakim olduğuna dikkatleri çekiyordu. Afgani'ye göre kalkış noktası, İslam ümmetine yeniden sağlıklı bir akide kazandırmak, inancı amelle bütünleştirerek ümmetin benliğine sarsılmayacak bir imanı ve ruhları devrimci bir düşünceyi aşılamanın zorunluluğunu benimsemek olmalıydı.

Sözlerine, yazılarına, davranışlarına kısaca bir göz atarsak, Afgani'nin ümmetin bu hastalığını, tedavi etmek, tesirlerini azaltmak ve kaybolan asli değerlerin yerine ve asıl düşünce ve davranışların yeniden dirilmesi için hep çabaladığını, bu yola hayatını vakfettiğini görürüz.

Bu aşamada o, her türlü ırkçı ve bölgeci söylemleri bir tarafa itmiş, aklına bile getirmemiştir. Çünkü savunduğu ilke ve stratejinin belli bir bölgeyi değil, tüm İslam coğrafyasını ilgilendirdiğini savunuyordu. Bu yüzden O, ümmeti hep ıslahatçı ve vahdete dayalı tavırlara çağırmıştır. Bu iki ana umde Afgani'de, kişiliğinin, hayatının ve savunageldiği evrensel söyleminin özünü teşkil eden bir uyum içinde var olagelmiştir. Şayet müslümanlar top yekün bu süreci başlatabilirlerse, Allahu Teala'nın müminlere vadettiği ilahi zafer bir gün tüm coğrafyanın kaderini belirleyecektir. Durum bundan ibaretti. Ardından İran, Türkiye ve Mısır'da hala ayakta duran tahtlara ateşler saçılacak, uşaklık ve böbürlenmeden başka bir şey bilmeyen bu karton taht sahipleri birbiri ardına devrilecekti. Afgani'nin tutuşturduğu ateş onun hassasiyetini paylaşan bir kaç özveri sahibi erdemli kişiyi buluyor; Mısır'da Abduh, Türkiye'de Akif gibi ıslahatçı müminlere ışık tutuyordu:

"-Şimdi Asım, edebiyatı bırak, bir tarafa;
Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lafa.
Galiba söylediğim yoktu? Evet hiç yoktu:
Mısır'ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh,
Konuşurken neye dairse Cemaleddin'le;
Der ki tilmizine Afganlı:
"Muhammed Dinle!
İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Önce bizler düşüp İslam'ı da kaldırmazsak,
Nazariyyat ile bir şeyler olur zannetme!...
O berâhîni de artık yetişir, dinletme!
Çünkü muhtac-ı tezahür değil isti'dâdın...
"-Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var üstadın...
Gidelim bir yere, hatta şu bizim Sûdan'a;
Yeni bir medrese te'sis edelim Urbana.
Daha üçbeş de faziletli mücahid bulalım,
Nesli tehzîb ile, i'lâ ile meşgul olalım,
Çıkarıp gönderelim, hâsılı, şeyhim, yer yer
Oradan alem-i İslama Cemaled-din'ler."
"-Bu, fakat, yirmiyıl ister ki kolay görmüyorum..
Yirmi günlük işe bak sen!" "-Kulunuz ma'zurum..."
(Safahat, "Asım" s. 440-441, İst.-1973.)


Afgani'ye olan derin saygısını ve başlattığı çizgiyle olan irtibatını birçok dize ve söylevlerinde dile getiren Akif, inandığı geleceğe ulaştıracak bu sürecin başladığına olan inancından aldığı güçle yoğun bir çalışma temposuna girmişti. İstanbul'da Bayezid, Süleymaniye; Anadolu'da Bursa Ulu Camii, Kastamonu Nasrullah Cami'inde vaazlar veriyor, halkla diyalogunu artırıyordu. Akif, hayatı boyunca formasyonundaki tüm sanatsal verileri kullanabilen birisi olmuştur, İslam'ı kaynağından öğrenme kolaylığını sağlayan Arapça'yı bilmesi, edebiyata dair başarılarının alt yapısını teşkil eden Farsça'ya vukufiyeti, Batının kültürel ve siyasi geçmişini tanıyabilecek mükemmel Fransızca'sı, onun çok yönlü kişiliğinin arka planını oluşturan etkenler arasındaydı.
Onun yetiştiği, eser verdiği yıllar, Türkiye'de yeni kitle haberleşme araçlarının yaygınlaşmaya başladığı, bu paralelde yeni haberleşme tekniklerinin çokça kullanılmaya başlandığı dönemlerdir. Basın hayatına geçiş yarım asrı aşmasına rağmen, gazete ve dergiler her bakımdan "tercüme haberleşme" tarzından kurtulamamışlardır. Haber ve yorum açısından Batı basınından nakillerin yoğunluğu sürerken içteki yazım türlerinin içerikleri de bu minvalde hiç de hoş olmayan tavırlar içinde sürüp gidiyordu. Gerek gazete ve gerekse diğer matbuat alanlarında baskın olan, batıcı mentalitenin benimsenmiş olması yüzündün bu faaliyetlerle meşgul basın çevrelerinin iddiaları da ancak kendi taraftarları arasında benimseniyordu. Bu vasatta Akif ve arkadaşlarının dergiciliği kayda değer bir farklılığın altını çiziyordu. Öncülüğünü üstlendiği dergi faaliyetinde Akif, her zaman arkadaşlarına, dergiciliklerinin halka İslami düşüncenin ulaştırılması yolunda bir misyon aracı olduğunu, bu yüzden sade bir dil ve anlaşılır ifadelerle mevzuların anlatılması gerektiğini hatırlatıyordu. Zira onun nezdinde aslolan, hedefe varmak ve bunun mücadelesini vermektir. O, sanatı, hep halka ulaşmada bir araç olarak görmüştür.
"Bana sor sevgili kaari', sana ben söyleyeyim,
Ne hüvviyette şu karşında duran eş'ârım;
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü, ne san'atkârım."

(Safahat, "Birinci Kitap", s.3, İst.-1973)


Sırat-ı Müstakim" adını koydukları dergilerine Akif; Eşref Edip, Ahmet Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, Musa Kazım, Bereketzade, Mardinli-zade, Tahirülmevlevi, Halim Sabit gibi arkadaşlarıyla başlamıştır. Dergide dini, felsefi, edebi, hukuğa dair konular üzerine inceleme-araştırma ve makale türünden çalışmaları yaygınlaşmaya başlarlar. Bu sıralar Akif, bazen, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Ferid Vecdi, Taha Hüseyin gibi şahısların eserlerinden de gerekli gördüğü yazıların tercemesiyle de meşgul olmaktadır. Dünyada yaşayan diğer Müslümanların içinde bulunduğu durumları ilgilendiren haberlere yer verilmiştir.

Akif'in genellikle üzerinde çalıştığı konular Kur'an ve Rasulullah'ın hayatından uygun gördüğü anlatım ve yaşantı örneklerini açıklamak yönünde yoğunluk taşımaktadır. Etkinlik alanında dergiciliğin dışında camilerde düzenlediği programlarına da önem vermiştir. Camilere, muhataplarını bu mekanlarda bulabildiği için ayrı önem veren Akif, gayet beliğ üslubuyla düşüncelerini ve özlemini cemaate aktarıyor, daha sonra bunları dergide kaleme alıyordu.
Onun nezdinde dergi bir okuldur. Bu okulda gençlerin eğitim ve öğretimleri amaçlanmıştır. Bu ortamda, mücadele çizgisinin dışında kalan bazı aydın-elit olma zaafıyla ma'lul şahısların da saflara çekilmesi hedeflenir. Bilgi gerekli olanı sunulmalı, dil en sade şekliyle kullanılmalıdır. Gereksizce lafı uzatmak, sanat icra etmek adına süslü ifadeler, karışık anlatımlar fayda değil, zarar verecektir. Zira salt bilgi ve edebiyat türleri, İslam'ı kitlelere ulaştırmak ve onu anlaşılır kılmak için yalnızca bir araçtan ibarettir.

Akif bir çok kişi üzerinde etkili olmuş, onlara birikimlerini sağlamada katkıda bulunmuştur. "Sıratı Müstakim" dergisi bir süre sonra isim değişikliği ve kısmen yayın kadrosundaki değişikliklerle "Sebilür Reşad" adıyla devam edecektir. "Sebilür Reşad"da isimlerine rastladığımız o dönemin gençlerinden Şemseddin Günaltay, Rıza Doğrul, Hüsnü Açıkgöz, Hasan Basri Çantay, Eşref Edip yine Süleyman Nazif, Akif'in kendilerinde etkili olduğu şahıslar arasındadırlar. Fakat şunu da belirtmekte fayda var: Bu şahıslardan bazılarının algıladıkları hayat, sadece İslam ve ümmetin, sinsi emperyalizmin ve işbirlikçi yerel yönetimlerin yönettikleri sindirici veya yok edici faaliyetlerine sahne olduğunu idrak eden bir zaviyeden değil de, özendirici, sükseli, lüks bir hayatı ardından getirecek; gerici rejimlerin yerine demokratik-laik huzur dolu(!) bir dönemin cazibesiyle tanıtılmaya ve beğendirilmeye uğraşıldığı yeni moda rüzgarların estirildiği bir zamana rastlar. Gençler, Batı'da yetişmiş ve Batı alemini övmekle bitiremeyen şapşalların, İstanbul muhitinde icra eyledikleri alafranga yaşantının etkisine kolayca girebilmektedirler. Akif gibi has insanların söyledikleriyle vakit Gidermeye ne gerek var! Oysa şimdi hayattan zevk alma zamanı değil midir?

Biyografilerinden de öğrendiğimize göre bu gençlerin bazılarının estirilen bu havadan kısmen etkilendikleri görülecektir. Bu gençlerden bazıları dinlerinin reforma, modern değer yargılarına ihtiyacı olduğuna inanmaya başlarlar. Öyle ki bazı şahıslarca modern kalıplara uydurulmaya çalışılacak, demokrasi ve laikliğin İslami olduğu savunulacaktır. İşte Akif'in korktuğu şey, onun irtihalinden sonra bu şahısların mentalitelerine ilham verecektir: Batı'dan batıcı aymazlığıyla faydalanma yanılgısı!

Bu zaafın bir diğer sebebi de geçmişten intikal eden bireycilik, salt bireysel başarı, hırsa tamah etme ve başkalarını aşmayı başararak ulufeye hak kazanma, ekabirin arasında yer alma hastalığına muzdarip olan bu ricali, ıslahatçılıktan alıkoyan saiğin önüne geçilememiş olunmasıdır. Gerçekte bu zevat Akif'ten bilgi ve deneyim itibarıyla faydalanmış ama birikimlerini başkalarının zemininde kullanmıştır. Burada Akif'in talihsizliğinin arka planını irdeleyecek olursak, Onun da yetersiz kaldığı ya da fark edemediği bir gerçek var ki, o da her mücadele sürecinde gerekli eğitim ve öğretimi sağlayacak ve fertleri başarılı kılacak; bilgi düzeyini sistemli bir sekile dönüştürüp, yönü belirlenmiş eksende planlı ve programlı öncü kadroyu temin etmek ve güçlükler karşısında yılmayan, tükenmeyen bir güç ve umudu gönüllere yerleştirmenin bilhassa gerçekleştirmenin zorunluluğunu kavramaktır. Fakat kendisi de öğrendiği ve tecrübe ettiği oranda zaman içinde olgunlaşan Akif için bu bilince erişmesinin kolay olmadığını teslim etmek gerekiyor.

1908 II. Meşrutiyet hareketinden sonra bir taraftan bir çok resmi görevlerde bulunan, diğer yandan da İslam davasının bir neferi olarak dergi çıkaran, vaazlar veren, yazdığı şiirlerle genç gönülleri ateşlemeye gayret eden Akif, l. Dünya Savaşı'nın kaybedilmesinin ve ardından memleketin yer yer işgal edilmeye başlanılmasından sonra faaliyetlerinin merkezi olan İstanbul'u terkederek Anadolu'ya geçti ve hiç eksilmeyen azmi ile Ankara'da öbeklenen Milli Mücadele saflarında halisane çalışmaya koyuldu. TBMM'ne Burdur Milletvekili olarak katıldı. Meclisin kendisine verdiği görevleri yerine getirmek için il il dolaştı. Konya'da bir isyanın bastırılmasına katıldı. Sonra Kastamonu'ya geçti, halkı irşad etmeye çabaladı. Sebilür-reşad dergisini bir müddet Kastamonu'da yayınladı. Ankara'ya dönüp Taceddin dergahına yerleşti. Bu sırada yazdığı şiir İstiklal Marşı olarak kabul edildi.

Ancak Akif, Hasan Basri, Hüseyin Avni ve birçok arkadaşıyla birlikte sürdürdüğü bu çabasına karşılık Ankara'da yeni kurulmakta olan düzenin, üst kademelerde bulunan yöneticilerce hiç de arzu edilmeyen bir sürece sokulduğunu, Milli Mücadele'nin başındaki amaçlardan saptığını görüyordu. Bu istenmeyen duruma engel olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Nihayet yeni cumhuriyet idarecileri, ülkenin ve toplumun İslamiyet'le bağlarını kesmeye, tamamen koparmaya dönük faaliyetlere giriştiler. Akif ve arkadaşları ne yazık ki köşelerine çekilmekten başka yapacak bir şey bulamadılar. Kimi evine kapandı, kimi de Akif gibi soluğu Mısır'da aldı:

Mâmûre-i dünyâyı dolaştıysa da, yer yer,
Sen san, "Hadi sen, kumda biraz oyna!" demişler.
Yahu! Sorunuz bir: bakalım takati var mı?
Kaynarken adam oynamak ister mi? Sarar mı?

(Safahat, "Gölgeler", s. 498, İstanbul-1973)

Burdur Milletvekili olarak katıldığı, Kur'an tilaveti ve dualarla açılan birinci meclis, Akif'e bir Kur'an-ı Kerim meali hazırlama görevi vermişti, ilk önceleri bu işe dört elle sarılan ve bütün dikkati ve birikimiyle çalışmaya koyulan Akif, daha sonra bu işten vazgeçmiş ve "muvaffak olamayacağı" gerekçesini öne sürmüştü. Cumhuriyet hükümeti tarafından Kur'an yerine ibadette kullanılmasının istenebileceği zannıyla, yaptığı meali teslim etmek istemedi. 1936 yılında hastalanınca yakılması kaydı ile Camiü'l-Ezher alimlerinden Yozgatlı ihsan Efendi'ye emanet etti. Nitekim Akif'in endişelerinde ne kadar haklı olduğu, onun ölümünden sonra Türkiye'de yaşanan Türkçe ezan ve mealle namaz kılma olaylarıyla ortaya çıkmıştır.

Gerçekten Akif'in yaşadığı o dönemin zor şartları altında henüz düşünsel netliklerini sağlayamamış ve beraberliklerini temin edemediklerinden ötürü sağa sola savrulan bir avuç müslümanın içinde bulundukları durum hiç de kolayca aşılabilecek bir durum değildir. Memleketin içindeki sorunlar artarken, diğer emperyalist egemen güçlerin yönelttikleri baskılar sonucunda adeta boğulup giden Akif ve arkadaşları kadar, daha bir çok ıslahatçı müslümanın çığlığına, üzerlerine ölü toprağı serpilmişcesine uyuyan halk hiç bir zaman kulak vermedi. Eğer vermiş olsaydı, sonuç hiç bir zaman böyle olmayacaktı. Öyle anlar gelip çatar ki, Akif biçaredir. Ama o ümidini, coşkuyla söylediği sözlerini, tükenmeyen uzun soluğunu hiç bir an tüketmedi. Çünkü o duyarlı bir kimliğe ve kişilik yapısına sahipti. O müslümandı. İnandığı şeyler, savunduğu düşünce, ilhamını yalnızca Kur'an'dan aldığı için o hep hareketi, canlılığı, mücadeleyi tercih etti. Son nefesine kadar da her konuda tüm yönleriyle bu halini sürdürdü. Okuduğunu, öğrendiğini hayatında görmeyi amaçlamış, Müslümanları İslam'ın evrensel mücadele alanına çekmeye çalışmıştı. Düşüncesini, ahlakını vahyi esaslar üzerine kurmaya çalışan Akif, yalnız kaldığında bile duygularını yazarak bir şeyler' yapmayı istemişti. Kavradığı kadar, öğrendiği kadar yaşamında sürdürdüğü çabalarıyla muvahhid ve Kur'ani düşünceye sahip geleneğin takipçisi olma yolunda idi. Allah müminlerden razı olsun.

Notlar:
1. M. Akif, "Hutbe ve mevâiz. Bayezid Kürsüsünden vaaz", Sebilür Reşad, IX. Sayı, Sayfa: 230, 29 Safer 1331.
2. "Panİslamist ve Öncü M. Akif, Kelime. Sayı: 9, Sayfa 13.




---------------------------------------------------------------------------------------
 

Qasem

Sp Kullanıcı
18 Şub 2017
3,530
527
İdeal ve Gerçek Arasında Mehmet Akif Ersoy



Arif Çifci

Birçok konuda olduğu gibi günümüzde Mehmet Akif Ersoy'u tanımak ve anlamak meselesi de tam olarak netlik kazanamamıştır. Geleneksel tarih anlayışının getirdiği yanlışlıklardan olsa gerektir ki, şanlı tarih ve ecdat kutsaması çoğu zaman birçok insanın ve olayın gerçek yönüyle ortaya çıkmasını engellemiştir. Müslümanlar olarak sergilememiz gereken tutum, Kur'an'ın tarih anlayışını kendimize rehber edinmemiz ve onun prensipleri doğrultusunda olayları ve insanları değerlendirmek olmalıdır. Kur'an geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin kıssalarını anlatırken örnekler vermekte ve onlardan ders alınmasının yanında çeşitli eleştirilerde de bulunmaktadır. Yani Kur'an, tarihe kritik edici bir bakışla bakmakta ve ondan ders alınmasını istemektedir.
Bugün Mehmet Akif konusunda çeşitli İslami yayın organlarında çıkan yazıların pek çoğunun sadece hamaset ve duygu yoğunluğu altında işlendiğini görüyoruz. Hatta -Akif'le anlaşabilmesi imkansız olan gelenekçi muhafazakâr çevreler belki de kasıtlı olarak- onu milli şair, vatan şairi gibi sıfatlarla anmakta ve anlatmaktadırlar.

Halbuki M. Akif bütün bu hamaset ve duygu sömürücülerinin tam aksine düşünen, akleden, olaylara gerçekçi bir gözle bakmaya çalışan ama her insanın bir özelliği olarak bazen yanılan bazen doğru teşhisler koyabilen hatasıyla sevabıyla bir insandır. Gelenekçi ve muhafazakar tarih anlayışının, Akif'i Türkçü, milliyetçi, vatansever ve İstiklal Marşı şairi gibi sıfatlarla anması ve tanıması bir ölçüsüzlüğün ve Akif'i mevcut düzenle özdeşleştiren gayretinin bir ifadesidir.


Akif ve Dönemi


M. Akif'in içinde yaşadığı çevre ve bulunduğu dönem Osmanlı devletinin yıkılmaya doğru yüz tuttuğu bir dönemdir. Aydınlar, ulema, devleti yönetenler ve halk tam bir arayış içindedir. Fransız devrimi ve onun meydana getirdiği çeşitli düşünce akımları, Batı'nın İslam toplumlarını sömürme isteklerinin meydana getirdiği işgal ve saldırılar Doğu toplumlarını hazırlıksız yakalamış ve perişan etmiştir. İçerde ise Abdülhamit yönetimi, Jöntürk hareketi, İttihat ve Terakki, Balkanlar ve Birinci Dünya Savaş'ı, Milli Mücadele dönemi ve Kemalist-batıcı-ulusçu sürece giden olaylar dizisi Akif'i değerlendirirken gözönüne alınması gereken hususlardır. Bu siyasal olayların yanı sıra Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık gibi fikri akımlar da Akif'in düşünce yapısının oluşumunda etkili olmuştur.

Yukarıda saydığımız iç ve dış olayların etkisinin yanında Akif'in İslam dinine, Kur'an'a ve kendilerini geleneksel anlamda müslüman sayanlara bakışına yön veren gerçek, onun Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi çağdaş müslüman, düşünür ve eylem adamlarının yolundan gitmesidir.
Mehmet Akif çok yönlü bir insandır. İnançlarında ve davranışlarında samimiyetinin yanı sıra fedakârlık ve çalışkanlık onun meziyetlerindendir. Ümmetin içinde bulunduğu kaos ortamından kurtulabilmesi için en ufak bir ışık gördüğünde bütün gücüyle onu desteklemiş ve yanında olmuştur. Bir bakarsınız Akif bir mücadele adamıdır. Bir bakarsınız çileli, öfkeli, isyancı bir şairdir. Bir de bakmışsınız düşünen tefekkür eden en ince ayrıntılara kadar İslam düşüncesinin gelişimini, geçmişini ve çağını inceleyen bir fikir adamıdır. Akif üç boyutlu bir insandır. Aksiyoner, şair ve fikir adamıdır.


Aksiyon Adamı Olarak Akif


Akif, dönemin İslamcılarıyla birlikte Abdülhamit'in baskıcı rejimine muhalefet eder. Önceleri İttihat ve Terakki ve II. Meşrutiyeti destekler. Fakat onların sözlerinde durmayışları karşısında bu desteğini biraz geç de olsa geri çeker. Ama hayal kırıklığına uğramaz. O sürekli olayların içindedir. Teşkilât-ı Mahsusa (Osmanlı istihbarat teşkilatı) Akif'i önce Almanya'ya arkasından Hicaz'a gönderir. Bütün gayesi ümmetin parçalanmaması ve İslam birliğidir. Derken Birinci Dünya Savaşı ve arkasından gelen yenilgiye rağmen Akif sarsılmaz. Bu kez İstanbul'dan Anadolu'ya koşar. Bursa'ya, Balıkesir'e, Ankara'ya, Kastamonu'ya, Konya'ya ve Kayseri'ye gider. Akif Anadolu'yu uyandırmak, bilgilendirmek ve işgalci kuvvetlere karşı örgütleyebilmek için bütün gücüyle çalışır. Dış düşman temizlenmiştir. 1920-1923 yıllarında Meclis'te Burdur milletvekilidir. Ama Mecliste fazla durmaz. Halkın arasında halkla beraberdir. Her yerde, herkese ümit aşılayıcı konuşmalar yapar. Yanındakiler onun ümidiyle cepheye koşarlar.


Cephede askere moral verir. Kastamonu'da yaptığı konuşmalar çeşitli cephelerde çoğaltılarak halka ve askere dağıtılır. Meclis'te 1923 seçimlerinin yenilenmesi bahanesi, Ali Şükrü'nün öldürülmesi ve laik bir takım uygulamalara gidilmesi Akif'i şiddetle sarsar. Cephelerde ve halk arasında yaptığı İslam ağırlıklı konuşmalar yeni kurulan rejim tarafından mecliste gericilik olarak telakki edilir. Yeni meclis Akif'in sadece İstiklal Marşı'na -onu da halka kendisini kabul ettirmesi gayesiyle- ses çıkarmaz. Akif'in burada aksiyonerliği hareket adamlığı bitmiştir. İçine kapanır. İstiklal Mahkemeleri'nin icraatları ve Sebilür Reşad'ın kapatılması ve daha pek çok baskıcı uygulamalardan dolayı Mısır'a gitmekten başka yol kalmaz.


M. Akif, Milli Mücadeleyi bütün İslam aleminin kurtulmasına örnek teşkil edecek bir hareket olarak görüyordu. İslam birliği ideali içersinde Batı emperyalizmine karşı İslam ülkelerini uyandırmak ve kıyama çağırmak için uğraşıyordu. Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı onun bu inancını sarsmamıştı. Fakat Milli Mücadele sonrası laik-batıcı ve İslam düşmanı uygulamalar Akif'in bütün ümitlerini kırdı.

Burada bir durum dikkatimizi çekmektedir. İstanbul hükümeti Ankara hükümetini tanımamaktadır. Mart 1920 Anadolu'da Ankara hükümetine karşı Düzce'de, Konya'da, Zile ve Yozgat'ta başkaldırılar vardır. M. Kemal bir irşad heyeti kurar. İçinde M. Akif'de vardır. Bu heyet halkı isyandan vazgeçirmeye ve Ankara hükümetine bağlanmaya çağırır. Çeşitli vilayetleri dolaşarak ikna faaliyetleri yaparlar. Büyük Millet Meclisi 5 Haziran 1920'de milletvekilliği mazbatasında Akif için "İslam şairi Mehmet Akif Bey'in Burdur'dan seçildiği bildiriliyor". Yani Akif resmi kayıtlarda "İslam şairi" olarak geçmiştir. Bu sıfatı onunla beraber savaş boyunca devamlı anılır.


Kurtuluş Savaş'ı bitmiştir (1925) Şeyh Sait kıyamı başlamıştır. Sebilü'r Reşat dergisinde bu kıyamın aleyhinde ve hükümet kuvvetlerinin lehinde yazılar çıkar. Şeyh Sait dergi tarafından asi olarak görülür. (26 Şubat 1925 Sebılü'r-Reşat s. 640. c. 25) Akif'in ve Sebilü'r-Reşat dergisinin bütün bu destekleyici yayınları dahi onların hükümet tarafından kapatılmasını ve Eşref Edib'in tutuklanmasını önleyememiştir. Sebilü'r-Reşat dergisi daha önce 1920-1923 yılları arasında bizzat hükümetten yardım almıştır. Hatta hükümet derginin çeşitli sayılarını alıp dağıtımını yapmıştır. Bu durum bir takım muhalif milletvekilleri tarafından hoş karşılanmamıştır. Dergi 6 Mayıs 1925'te kapatılmış, 23 yıl sonra 1948'de Eşref Edip tarafından yeniden yayınlanmaya başlamıştır.

İstiklal Mahkemelerinin Sebilü'r-Reşad'ı yasakladığı ve Eşref Edib'le beraber bir kısım yazarları tutukladığı sıralarda Mehmet Akif'in Mısır'da mı, yoksa Türkiye'de mi olduğu tam olarak bilinmiyor. Çünkü İstiklal Mahkemelerinin tam bir terör havası estirdiği görülmektedir.


Akif ve Sebilü'r-Reşad çevresinin bu akibete uğramasının önceden ipuçlarını görebileceğimiz bazı olaylar meydana gelmiştir. 1922 sonbaharında Anadolu'dan yabancılar çekildikten sonra nasıl bir toplumsal düzen kurulacağı konusu gündeme gelmiştir. Meclis'te milletvekillerinin iki gruba ayrıldığını, birinci grubun Batıcı-laik uygulamaları benimserken ikinci grubun da buna muhalefet ettiğini görüyoruz. Yunus Nadi 26 Kasım 1922 tarihli sahibi olduğu Yenigün Gazete'sinde "Yeni Bir Cidal Devri" başlığıyla muhaliflere karşı M. Kemal cephesi adına çok sert bir uyarıda bulunur. Bu uyarısında "milletin yenilik istediğini buna karşı çıkanların kanlar içinde boğulacaklarını ve kafalarının kesileceğini" bildiren ifadeler kullanıldı. Bu yazılara karşı Hüseyin Avni ve Ali Şükrü gibi II. Grup milletvekili sözcüleri şiddetle karşı çıktılar ve itiraz ettiler. İtiraz oylamaya sunuldu. 100 kabul oyuna karşılık 67 kişi red oyu kullandı. İtiraz kabul edilmedi.


27 Mart 1923'te Ali Şükrü öldürülür. Mustafa Kemal Meclis'i yenilemek, Cumhuriyeti ilan etmek, halifeliği kaldırmak, medreseleri kapatmak, laik kanunları yürürlüğe koymak için seçimlerin yenilenmesini istedi. Amaç muhalif milletvekillerini Meclis'in dışında bırakmaktı. Akif, Ankara'da kalamayacağını anlamış ve İstanbul'a dönmüştür (Mayıs 1923). Sebilü'r-Reşad'ı orada çıkarmaya başlar. Çünkü Ankara artık onlar için güvenli bir yer değildir. Sebilü'r-Reşad İstanbul'dan yaptığı (16 Mayıs, 1923'ten itibaren) yayınlarda batılılaşmaya karşı çıkar. İslam kanunlarının topluma daha uygun olacağını savunur.
Meclisteki muhalif milletvekilleri temizlenmiş sıra devrim kanunlarını çıkarmaya gelmiştir. Ankara hükümeti Hakimiyet-i Milliye gibi gazetelerde batılılaşmak, kadın, laiklik, cumhuriyet, halifelik, şapka ve latin harfleri gibi konuları tartışmakta ve bu alanda baskıcı ve ifsad edici adımlar atmaktadır. Yukarıda bahsedilen kanunlar hakkında İstanbul'da yayınlanan Sebilü'r-Reşad sayılarında bu devrimlerin aleyhinde çeşitli yazılar yazılır. Şeyh Sait kıyamı bardağı taşıran son damla olur ve daha önce belirttiğimiz gibi Sebilü'r-Reşad kapatılır. İstiklâl Mahkemeleri olaya el koyar. Akif ve İslamcı milletvekilleri artık susturulmuştur. Eşref Edip'in deyimiyle Akif Mısır'dadır ve Türkiye'deki yönetim aleyhine tek satır yazmamıştır. (Yeni Sebilü'r-Reşad Ekim 1959)


"Yeni düzenin kurucuları savaş ortamının meydana getirdiği boşluğu doldurmayı becermiştir. Mustafa Kemal'in liderliğinde tedrici, takiyyeci politikalar izleyerek ilk planda kitlelerin desteğini almayı en azından büyük oranda kitle muhalefetini yumuşatmayı ve savuşturmayı başarmışlardır. Otoritesini güçlü bir biçimde tesis ettikten sonra ise aynı ekip, gerek kendi içindeki, gerekse halk arasındaki mevcut muhalefeti bütünüyle sindirme yoluna gitmiş, kurulan dikta yönetiminin gölgesinde, batıcı, laik, kapitalist doğrultuda ve ulusalcı bir temelde radikal bir değişim programını yürürlüğe koymuştur.
İslam'la özdeşleştirilerek "geri" damgası vurulan geçmişten, bütünüyle kopularak "muassır medeniyet" kavramıyla ifade edilen Batı, Batı'nın temsil ettiği değerler ve yaşam biçimi ulaşılması gereken hedef olarak topluma sunulmuş daha doğrusu dayatılmıştır." (İslami Kimlik İlkeler ve Hareket s. 101. 102)


Şair Olarak Akif

Akif'in şairliği konusu dost düşman herkes tarafından kabul edilen bir konu olduğu için, burada üzerinde gerek duymuyoruz.


Fikir Adamı Olarak Akif

Bugün üzerinde durulması gereken esas konu; Akif'in fikri gelişmesini etkileyen ve onu farklı kılan İslam, Kur'an gibi konularda dikkatimizi çeken ve geleneksel anlayışlardan kurtulmaya çalışan tavrı olmalıdır. Akif Batı medeniyetini tek dişi kalmış canavar olarak nitelerken onun kendi içindeki çelişkisini, açmazını ortaya koyar. Bu medeniyet süreç içerisinde kendisini zalim olarak ortaya koyar ve insanlar onu daha kolay tanırlar.

Akif, Batı'ya ve onun getirdiği sömürgeciliğin eleştirisi yanında esas eleştirisini müslüman dünyanın içinde bulunduğu duruma yapar. Bid'at ve hurafelerini Kur'an'a bakışının yanlışlığını, dinden ziyade töreye bağlılığını, atalar dinini kutsadığını, tembelliğini, uyuşukluğunu, dinin yanlış anlaşılmasını tenkit eder.

Akif:
"Doğrudan Kur'an'dan almalıyız ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" derken tasavvufçu gelenekçi-muhafazakar çevreler ona karşı çıkarlar. / Lafzı muhkem yalınız anlaşılan Kur'an'ın / Çünkü kaydında değil hiç birimiz mananın / Ya açar nazmı cehlin bakarız yaprağına / Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına / inmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyla bilin/ Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için" dizelerinde görüleceği gibi Kur'an'ı ölü kitabı yapan, anlaşılamayacağını savunan sadece yüzünden okunmasıyla insanları onun ilahi mesajından mahrum bırakan din adamları şeyhler, tarikat çevreleri kısacası geleneksel din anlayışını Akif reddeder. Kesinlikle kabul etmez. Bu sapkın zihniyet karşısında suskun kalmaz.


İslam dünyasında Kur'an ve Sünnet anlayışını ön planda tutan İbn Teymiyye, C. Afgani, M. Abduh Osmanlılarda İmam Birgivi ve Kadızadeliler, günümüzde Malik bin Nebi, Seyyid Kutub, Mevdudi gibi şahsiyetlerde ifadesini bulan İslami hareket anlayışı Akif'te de etkisini göstermiştir. Akif İslam dünyasında halkın bid'at ve hurafeleriyle, tasavvuf anlayışının getirdiği yanlış din anlayışıyla mücadele eder. Şöyle seslenir:
"Hele ilmiye bayağıdan da aşağı bir turşu / Bab-ı Fetva denilen daire ümmi koğuşu / Ana karnından icazetlidir, ecdada çeker / Yürüsün bir de sarık, al sana hadi asker!"


Vaizler hakkında:

Zamanıdır oturup şimdi herze dinlemenin / O yave-guhlan hâlâ adam deyin beğenin / Sarıklı milletidir milletin başına bela / Sonunda birde tevekkül sokuşturdun araya / Zavallı dini çevirdin maskaraya"


Tasavvuf hakkında:

"Sürdüler Türk'e tasavvuf diye olgun şırayı / Koca milletin edebiyatı ya oğlan ya karı"
Akif'e göre dini tahrif edenler onu Kur'an'dan öğrenmeyenler bizzat hocalardır, vaizlerdir. Akif ıslah ve ihya düşüncesini taşır ve İslami bizzat kaynağından öğrenmek gerektiğine inanır.
Önce Kur'an'ı öğrenmeliyiz der. Akif'in Kur'an'a çağıran bu sesinin karşısına tarikatlar ve tekkeler hemen karşı çıkarlar. Onu Vahhabilikle, reformculukla ve mezhepsizlikle suçlarlar. Akif bütün bunlara cevap verir ve onları Kur'an'a çağırır. Gerçek dinin Kuran'ın anlaşılmasıyla öğrenileceğini savunur.


Akif sadece dini yanlış anlayan kesimlerle uğraşmaz. O aynı zamanda Tevfik Fikret gibi Batıcılarla, Ziya Gökalp gibi Türkçülerle de savaşır. Onlara meydan okur. İslam'ın milliyetçilik, ulusçuluk ve Türkçülük bağdaşmayacağını Kur'an'dan ayetlerle, peygamberimizden hadislerle örnek vererek anlatmaya çalışır. Milliyetçiliğin İslam ümmetini parçalayan bir akım olduğunu, İslam'da yeri olmadığını savunur. Süreç içerisinde Batıcılarla Türkçüler ittifak yaparak İslamcıları saf dışı bırakırlar. Batıcılarla Türkçülerin ittifakından TC doğar ve İslam artık yok edilmeye çalışılır.

Türk Ocağı'nda 1920'lerde Dr. Rıza Nur batıcı Tevfik Fikret'i anmak için bir toplantı yapar. İslamcılar'a saldırır. Akif'in çıkardığı Sebilü'r-Reşad aleyhinde konuşur. Akif buna derhal cevap verir.

Akif vaizler hakkında "milletin, mazisini, halini bilmeli, cemaatı istikbale hazırlamalı... Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen mazur göreceğim geliyor. Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim, mutlaka İslam'ın en büyük düşmanı olurdum" der.(Sırat-ı Müstakim 30 Haziran 1910)

"Koleraya Dair" başlığını koyduğu bir söyleşisinde eski hükümetin, millete musallat olan felaketlerden bile yararlanmaya kalktığını, örneğin bir salgın hastalıkta halkı uyuşturmak için Yıldız Sarayında Buhariler okuttuğunu, İstanbul'un çevresine dizilen hafızlara kolera bu şehre bulaşmasın diye, Kur'an okutturulduğunu buna karşılık Padişah'ın külhanlar dolusu din kitabını cayır cayır yaktırdığını belirterek salgın hastalıklara karşı tıbbi tedbirlerden başka çare olmadığını savundu" (Sırat-ı Müstakim 17 Kasım 1910 c. 5, sayı 115, s. 292-293)


İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu takdiri ilahiyle veya kaderle izah edenlere karşı çıkarak şöyle der:

"Kadermiş!" öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru. Belânı istedin, Allah'ta verdi... Doğrusu bu talep nasılsa, tabiî netice öyle çıkar. Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var? Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun. Onun hesabına birçok hurafe uydurdun. Sonunda bir de tevekkül sokuşturup, oraya zavallı dini çevirdin onunla maskaraya."

M. Akif İslam dünyasında tecdid ve ıslah hareketini başlatan Afgani ve Abduh'un Türkiye'deki temsilcisidir. Sırat-ı Müstakimin 90-91. sayılarında onların uyanış hareketini desteklemiştir. Yine bir şiirinde:

Mısır'ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh / Konuşurken neye dairse Cemaleddin'le; / Der ki tilmizine Afganlı / -Muhammed, dinle! / İnkılab istiyorum başka değil, hem çabucak /Çıkarıp gönderelim, hasılı şeyhin yer yer, / Oradan alem-i İslam'a Cemaleddinler / Anlıyorsun ya zarar yok daha iyi anlaşalım / İnkılab istiyorum, ben de fakat Abduh gibi...
 

Qasem

Sp Kullanıcı
18 Şub 2017
3,530
527


Değerlendirme


M. Akif'te herkes gibi bir insandır. Onun hayat çizgisi içersinde görebildiğimiz kadarıyla -bazen iyi niyetinden kaynaklansa bile- bize ders olması açısından olumlu göremeyeceğimiz yanları da bulunmaktadır. Akif'in hayatı ve mücadelesi bizler için bugünkü ve gelecek nesiller için hatası ve sevabıyla kaynakların elverdiği oranda incelememiz gerekmektedir. Bu konuda kaynakların tam olarak yeterli olmadığını söylemeliyiz. Henüz yakın tarihi ve kişileri, olayları, ilişkileri net olarak değerlendirecek kaynaklardan mahrumuz. Mesela II. Abdülhamit'in Akif hakkındaki değerlendirmesi, Akif'in ve diğer İslamcıların İttihat ve Terakki'yi dergilerinde önceleri desteklemeleri, İstanbul hükümeti (padişah) ile Akif arasındaki ilişkiler. Ankara hükümetinin geleceğini nasıl olup da göremediği ve II. Meclis'te İslamcılar'ın tasfiye edilmesi karşısında onlara karşı tepkileri, Mısır'a gitmesi. I. Meclis'te milletvekili iken Ankara hükümetine isyan ve İstanbul hükümetini destekleyen isyancılar Akif vasıtasıyla nasihat verilmesi ve Akif'in bunu kabullenmesi... Bu ve benzeri sorunlar kaynaklar ortaya çıktıkça cevaplandırılacaktır. Akif mücadele etmiştir. Uğraşmış, çile çekmiştir, Bu mücadele fikri yönüyle günümüze ışık tutacaktır. Fiili yönüyle amacına ulaşamamış olsa bile...

Akif sadece Abdulhamit'e ve onun baskıcı olarak gördüğü istibdat idaresine karşıdır. Onun saltanatının kökten karşısında değildir. Toplumu değiştirecek ve dönüştürecek şekilde tevhidi anlamda örgütlü bir mücadeleyi yapabilecek bir seviyeye ulaşamamıştır. Akif bir kıvılcım bir başlangıç olabilmiştir.

Sevgi Platformu
 

Darksaga

Sp Kullanıcı
23 Şub 2018
868
746
Gerçeğin Ruhu
En sevdiğim şairlerden birisidir. İslamı gayet güzel anlamış özümsemiş gerçekten büyük bir insandı Mehmet Akif.. Sürü olmadı özgür insan oldu sözünü hiçbir zalime zorbaya despota esirgemedi. :)

Mehmet Akif’e Allah rahmet etsin. Büyük şair, büyük fikir adamı.. Kuran şairi..
 

Son mesajlar