Dostoyevski’nin karakterleri, bugün hâlâ Petersburg sokaklarında dolaşıyor, o hikayelerin peşine düşen herkese dokunma mesafesinde üstelik. Çok güzelsiniz Raskolnikov’un adımladığı sokaklar, çok güzelsin St. Petersburg. ⠀
⠀
Baltık Denizi kıyısındaki o dev bataklığa bir şehir kurulabileceğini düşünmek… Yani St. Petersburg’a inanmak. Hikâye yaklaşık olarak böyle başlamış aslında. Çar Petro’nun imkânsız düşüyle. Avrupa sokağına açılacak görkemli bir “pencerenin” varlığına duyulan ihtiyacın Petersburg’u doğurması, politik olduğu kadar stratejik bir hamlenin sonucu olarak tezahür etmiş. Sıradan bir tezahür de değil, modern dönemin en sancılı doğum hikâyelerinden biri. Bataklığın üstünden yükselen bu ışıltıya omuz vermek üzere Rusya’nın her bölgesinden çarın emriyle getirtilmiş işçilerin en zorlu şartlarda canları pahasına verdikleri emekleriyle tamamlanmış bir hikâyenin aziz hatırası; St. Petersburg. Ölen-sakat kalan 150 bin işçinin ruhuyla yıkanmış, kan ve acıyla kurulmuş bir şehir.⠀
Dostoyevski işte böyle bir şehre geldi. Batılılaşma krizinin tam ortasında, kendisiyle, toplumla ve tarihle hesaplaşmak, kavgaya tutuşmak, sorgulamak ve ‘insan’ı tüm yıkıcılığıyla tasvir etmek için mümkün adreslerin en doğrusundaydı belki de. Çarlık Rusya’sına iki asır başkentlik yapan St. Petersburg’un, binlerce mahkûm, ırgat, tutsak ve kölenin kemikleriyle yoğrulmuş kan kırmızı harcından anlam devşiren bir adamın, arkadaşlarının seslendiği şekliyle Ateş Fedya’nın hikâyesi de, Petersburg’un hikâyesinden bağımsız değildir elbette. Fedya, modernitenin kıskacında uyuyan Petersburg’u, bir ressam gibi en ince ayrıntılarına kadar çizmeye devam etti romanlarında.⠀
⠀
Dostoyevski’yi şimdi burada hızlıca tanımlamaya kalkmayalım; ama Cemal Süreya’nın söylediğini söyleyelim: “13 yaşımda Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok.”⠀